Tüm NEDEN'lerinizin cevapları Burada... [güncellenecektir...]
1 sayfadaki 1 sayfası
Tüm NEDEN'lerinizin cevapları Burada... [güncellenecektir...]
Lavaboda su neden sağa doğru akar?
Lavabonuzu veya küvetinizi su ile doldurun ve tıkacı aniden çekin. Su düz olarak delikten boşalmayacak döne döne bir hortum oluşturacak şekilde boşalacaktır. Bu dönüş yönü kuzey yarımkürede sağa doğru yani saat yönünde güney yarımkürede ise tam tersidir. Bilim insanları buna 'Coriolis' kuvveti diyorlar.
Her iki yarımkürede böyle birbirine ters yönde hava akımlarının ve
okyanus akıntılarının olduğu herkes tarafından kabul ediliyor da bir lavabodan boşalan suda
böyle küçük bir ortamda dünyanın dönüşünün etkili olup olamayacağı
tartışma konusu.Dünya kendi etrafında dönerken her tarafındaki hız aynı
değildir. Ekvatordaki biri bir günde dünya çapı kadar yani 40.000 kilometre giderken bir diğer ifade ile saatte 1670 kilometre hızla yol alırken
tam kutuptaki bir insan sıfır hızla sadece kendi etrafında dönmektedir.
Aynı şekilde gökyüzünde asılı gibi duran bulutlar rüzgarın etkisini
katmazsanız yere göre hareketsizdirler ama altlarındaki kara parçası
ile birlikte dönerler. Bu durumda ekvatordaki bulutlar da kutupdakilere
nazaran hızlı dönmektedirler.
A'yi ekvatorda
B'yi ise onun tam kuzeyinde 45 derece paralelinde iki nokta olarak
düşünelim. Bir top mermisini A'dan tam kuzeye nişanlayıp attığımızda atış sırasında ekvatorun dönüş hızı B noktasına göre neredeyse iki kat olacağından mermi B noktasının doğusuna gidecektir.
Aynı şekilde kuzey kutbundan hemen hemen hareketsiz bir konumdan tam
güneye atılan bir mermi 45 paralelinde dünya dönüş hızı daha çok
olduğundan bu sefer hedefin batısına düşecektir. Yani kuzey yarımkürede
kuzeye veya güneye atılan her şey atanın konumuna göre sağa
gitmektedir. Bu durum güney yarımkürede ise sola doğru
gerçekleşmektedir.Her iki yarımkürede kuzey - güney doğrultusunda
hareket eden hava akımları ve okyanus akıntıları bu durumdan
etkilenirler. Kuzey yarımkürede sağa güneyde sola dönerler. Ancak bu dünya yüzünde büyük bir ölçekte okyanusların dibindeki sürtünme ve bulutların
hava akımlarının üzerinde bulundukları yerle birlikte hareket
etmelerinin etkileriyle oluşan bir tabiat olayıdır.Bilim insanları
bunun lavabo veya küvet gibi nispeten mik-ro ölçüde de mümkün olup
olmadığını hala tartışıyorlar. Bir kısmı burada suyun musluktan çıkış
şekil ve hızının lavaboya düştüğü noktanın lavabonun ve suyun gittiği yerin yapısının etken olduğunu söylüyorlar diğerleri de ideal şartlarda 50 kere deney yapın ve görün diyorlar. Haydi banyoya bilimsel deney yapmaya...!
İngilterede neden trafik soldandır??
Bir zamanlar herkes İngilizler gibi yolun solundan gidiyordu. Bunun için de çok geçerli bir sebep vardı.
Yüzyıllarca önce yolun karşısından gelenin dost mu yoksa düşman mı olduğunu kestirmek mümkün değildi. İnsanların çoğu sağ ellerini kullandıkları için yolun solundan duvar dibinden (yaya veya atla) giderek sol taraflarım emniyete alır sağ ellerini kılıçlarını hemen çekecek şekilde hazır bekletirlerdi.
Yolun solundan seyahat ilk defa 1300 yıllarında papanın Roma'ya gelecek hacıların yolda karmaşaya sebep vermemeleri için yolun solundan gitmelerini söylemesiyle resmileşti ve yüzyıllar boyu devam etti.
18. yüzyılın sonlarında ABD'de birçok atın çektiği posta arabalarında
sürücü koltuğu yoktu ve sürücü en arkada ve soldaki atın üstünde
oturuyordu. Bu da yolun solundan gidildiğinde karşıdan geleni ve yolun
kontrolünü zorlaştmyordu.
Çok geçmeden ABD'de trafik sağdan işlemeye başladı. Fransız İhtilali sırasında ihtilalin liderlerinden Maximilien Ro-bespierre büyük bir olasılıkla Katolik kiliseye meydan okuyanlara bir jest olsun diye Parislilerden yollann sağından gitmelerini istedi.
Bir süre sonra aslında kendisi de bir solak olan Napolyon
or-dulanndaki ikmal arabalannın yollann sağından gitmeleri emrini verdi
ve zaptettiği her ülkede de bu uygulamayı hayata geçirdi.
İngiltere hiçbir zaman Napolyon tarafından zapt edilemediğinden
İngilizler yolun solundan gitme alışkanlıklanndan vazgeçmediler.
Avustralya
Hindistan gibi tüm eski sömürgelerinde de bu usulü devam ettirdiler.
Zaten İngilizler'de Amerikalılardan farklı olarak sürücü arabanın
üstünde ve sağında oturuyordu.
Modern araba teknolojisinin gelişmesi ile bu gelişimin dünyada öncüsü
olan ABD'de sürücü koltuğu ve direksiyon sağdan gidişe uygun olarak
sola konuldu ve dünyanın birçok bölgesinde bu şekilde yaygınlaştı.
İngiltere'de ve eski sömürgelerinde trafik akışını sağ şeride almanın faturası o kadar yüklüdür ki artık isteseler de kolay kolay bunu yapamazlar.
Hangi ülkede olursanız olun trafiğin yönü ister sağdan olsun ister soldan karşıdan karşıya geçmeden önce siz yine de her iki yöne bakmayı ihmal etmeyin.
Neden trafik lambaları kırmızı/ sarı ve yeşildir?
Trafik ışıklan uygulaması
önceleri demiryollarının trenleri kontrol için uyguladığı sinyaller
örnek alınarak başlamıştır. Demiryolları idaresi kırmızı rengi 'dur'
sinyali olarak seçmişti. Kırmızı renk kan rengi olduğundan asırlar boyu
tehlikenin tahribatın ve ölümün simgesi olmuştur. Demiryolları ilk faaliyete geçtiği 1830'lu yıllarda 'ikaz' ışığının rengi yeşil 'geç' ışığının ise beyazdı.
Bir süre sonra beyaz sinyal problem yaratmaya başladı. Beyaz renkli
'geç' sinyali diğer sokak lambaları ile karıştırılabili-yordu. Ama daha
da kötüsü 'dur' işaretlerine konulan kırmızı mercekler yerlerinden
düşünce ışık beyazlaşıyor 'geç' sinyali olarak algılanıyor ve kazalara yol açabiliyordu.
Sonunda demiryolcular kırmızıyı 'dur' yeşili 'geç' san rengi de 'ikaz' sinyali olarak kullanmaya başladılar. Bilindiği gibi sarı renk spektrumu içinde en göz alıcı renktir. Böylece makinist bir sinyalin bulunması gereken yerde beyaz ışığı görürse bir şeylerin yanlış olduğunu anlıyor ve tedbirini alıyordu.
Karayollarına gelince
yollarda sadece atların ve at arabalarının bulunduğu tarihlerde bile
dünyanın büyük şehirlerinde trafik sorundu. İlk trafik lambası
otomobillerin ortaya çıkmasından çok önce 1868'de Londra'da kullanıldı.
Gazla yakılan ve bir eksen etrafında döndürülebilen kırmızı ve yeşil
lambalar bir yıl sonra patlayıp kendilerini çeviren polisi de yaralayınca bu uygulama ortadan kalktı.
Ama öte yandan otomobillerin ortaya çıkması ve şehirlerde dolaşmaya
başlamalarıyla birlikte durum iyice kötüleşti. Çeşitli şehirlerde
değişik uygulamalar yapıldı. Demiryollarındaki uygulama örnek alındı
ama demiryollarında birbirine paralel iki hat vardı. Bu sistem iki
yolun kesiştiği kavşaklarda işe yaramıyordu.
Sonunda günümüzdekilere benzeyen ilk elektrikli otomatik trafik lambasını
ilkokul mezunu ve ABD'deki Cleveland'da otomobil sahibi ilk siyah olan
Garrett Morgan geliştirdi. 1914'de ilk denemelerine başlayan Morgan
1923'de de patentini aldı. Morgan 1963'de ölümünden az önce patentini
40 bin dolara General Electric firmasına sattı.
Morgan'ın lambaları demiryollarına benzer şekilde bir 'T' üzerinde
kırmızı ve yeşil iki lambadan ibaretti. Çok geçmeden ikaz anlamında
sarı lamba da ilave edildi ve uygulama bütün dünyaya süratle yayıldı.
Aradan geçen yıllara rağmen sarı renk hala 'ikaz' anlamındadır ama günümüz sürücüleri onu 'geç' sinyali olarak algılıyorlar
Erkek bebeklerin giysileri neden mavidir?
Yüzyıllarca önce insanlarda şeytani güçlerin bebeklerin veya küçük çocukların odalarında dolaştıklarına onların vücutlarına girmek için fırsat kolladıklarına ilişkin ortak bir inanç vardı. Ayrıca bu şeytani güçlerin
mavi renk tarafından kovulduğuna da inanılıyordu. Çünkü mavi göklerin
rengi idi. Hatta bugün bile hala Ortadoğu'da şeytanı kovmak için bazı evlerin kapıları maviye boyanmaktadır.
O zamanlarda sülalenin devamı için erkek bebeklerin önemi daha fazla olduğu için şeytan korkar da gider diye erkek bebeklerin ve küçük erkek çocukların giysilerinin mavi olması adet haline geldi ve yüzyıllar boyunca devam etti.
Çok sonraları kız bebekler de "erkek bebekler kadar önem kazanınca" onların giysilerine de bir renk verilmesi ihtiyacı doğdu ve de çiçeklerin en güzeli olan gülün rengi yani pembe renk verildi.
İnsanlar neden tokalaşıyorlar?
Tokalaşma aslında çağlar öncesi bir adet. Çok eski çağlarda tüm erkekler bir silah taşıyor ve çoğunluğu da bu silahı sağ eli ile kullanıyordu.
Bir erkek diğerine dost olduğunu elinde silah bulunmadığını göstermek için boş sağ elini uzatıyor diğeri de aynı şeyi yapıyordu. Ama her iki taraf da kendini emniyete almak diğerinin aniden silah çekmesine mani olmak için birbirlerinden emin olana kadar birlikte ellerini hafifçe sıkarak duruyorlardı.
Tokalaşırken elleri sallama alışkanlığı elleri daha iyi kavrayarak
rakibin giysisinin içinden aniden bir silah çıkarmasını önlemek için
başlamış olabilir. Ancak sonraları dostluğun bir ifadesi oldu.
Matemde bayraklar neden yarıya indirilir?
Bu geleneğin kökeni eski deniz savaşlarına kadar uzanıyor. O devirlerde
her bir savaş gemisinin direğinin tepesinde dalgalanan kendine özgü
renkli bir bayrağı vardı. Bir deniz savaşından sonra yenilen gemi galip tarafın bayrağını asmak zorundaydı bunun için de kendi bayrağını yarıya çekerek üstte yer bırakırdı.
Günümüzde böyle bir durum söz konusu değilse de bayrakları yarıya indirmek bir saygı ifadesi olarak kaldı. Milletlerin matem günlerinde önemli devlet adamlarının ölümünde diğer milletlerin de bayraklarını yarıya indirmeleri mateme katılmak anlamında uluslararası bir gelenek haline geldi.
Hangi ulustan olursa olsun denizde birbirinin yanından geçen gemilerin geçiş süresince bayraklarını yarıya indirmeleri geleneği saygının bir ifadesi olarak günümüzde hala devam etmektedir
Şemsiyelerin çoğunun rengi neden siyahtır?
Şemsiyeler ilk olarak 3400 yıl önce Mezopotamya'da bir rütbenin bir ayrıcalığın sembolü olarak kullanılmaya başlandı. Bu ilk şemsiyeler Mezopotamyalıları yağmurdan değil yakıcı güneşten korumak için kullanılıyordu.
Şemsiyeler yüzyıllar boyu hep güneşten korunmak için kullanıldı. Bugün
bile bazı Afrika kabilelerinde şefin arkasında yürüyen bir şemsiye
taşıyıcısı görülmektedir. Hatta İngilizce'de şemsiye anlamındaki
'umbrella' kelimesi Latince gölge anlamına gelen 'umbra' kelimesinden türemiştir.
Milattan önce 1200 yıllarına gelindiğinde şemsiye Mısırlılarda biraz
dini bir anlam kazandı. Gökyüzünün Tanrının vücudundan yapılmış dünyayı koruyan bir şemsiye olduğuna inanıyorlardı ve başlarının üzerinde taşıdıkları şemsiye yüksek ahlak sembolü idi.
Romalılar şemsiye kültürünü Mısırlılardan aldılar ama onu hep kadınsı
bir sembol olarak gördüler ve erkekler tarafından hiç kullanılmadı.
Yağlı kağıttan yapılan şemsiyelerin yağmuru da geçirmediği görülünce kadınlar tarafından yağmurda da kullanılmaya başlandı. Artık antik tiyatrolarda yağmurda kadınlar şemsiyeler altında rahat rahat otururlarken erkekler şırıl sıklam ıslanıyorlardı.
Avrupa'da şemsiyelerin yaygın olarak kullanılmasına 1700'lü yıllarda
başlanmıştır. Bu yıllarda şemsiyelerin yünlü kumaşlarının üstü bir
çeşit yağ ile sıvanıyordu. Bu yağ kumaşa su geçirmez bir özellik
kazandırıyor ve siyah bir renk veriyordu. Siyah renkli bu şemsiyeler
erkekler tarafından da benimsendi ve güneş için olan beyaz şemsiyeler
kadınların
yağmur için olan siyahlar ise erkeklerin vazgeçilmez aksesuarları
oldu.Bir çeşit yağ ile sıvanan siyah şemsiyeler gerçekten yağmuru hiç
geçirmiyorlardı ama ömürleri de pek uzun sürmüyordu. Zamanla daha
kaliteli şemsiyeler üretildi
ancak siyah renk su geçirmezliğin bir garantisiymiş gibi algılanmaya
devam edildi. Günümüzde yazın şemsiye kullanma adeti pek kalmadı ama
yağmurda erkekler siyah şemsiye taşımada hala ısrarlı. Kadınlar ise
cıvıl cıvıl renklerdeki şemsiyelerle dolaşıyorlar.
Günümüzde üniformalar neden haki renkte?
Napolyon savaşlarına kadar
askeri üniformalar çok renkli ve gösterişli idi. Ancak savaş
teknolojisi geliştikçe bunun da bazı sakıncaları ortaya çıkmaya
başladı. Kılıç ve kalkanla yapılan savaşlarda gösterişli üniformalar
düşmanda moral bozukluğu yaratıyordu ama ateşli silahlar bulununca
bu parlak ve renkli giysiler uzaktan iyi bir hedef olmaya başladı.
Bugün askerler savaşa en uygun sadelikte giyinerek giderler ve sadece
gerekli teçhizatı taşırlar.
Üniformalardaki haki renk ise ilk kez ingilizler tarafından 1850'li
yıllarda Hindistan'da kullanılmaya başlanmıştır. Britanya ordusundan
Hary Lumsden İngiliz askerlerinin beyaz üniformaları nedeni ile kolay
hedef olduklarını fark edince
üniformaların üzerine toz ve çamur sürerek ve biraz da çay ile
boyayarak renklerini gölgeli kahverengine dönüştürmüş ve giysilerin
rengini araziye uydurmaya çalışmıştır. Toprak rengine benzeyen bu
üniformalara Hintçe toprak rengi anlamına gelen 'Khaki' adı verilmiş ve
Türkçe'ye de 'haki' olarak geçmiştir.
Khaki 20. yüzyılın başlarında günün standartlarına göre değiştirildi.
Bu model Amerikan özel timleri tarafından tehlikeli görevlerde
kullanılmaya başlanıldı. Birinci Dünya Savaşı'nda da kullanılan bu
renkteki kumaşlar çok sert oldukları için askerlerin hareket
kabiliyetlerini azaltıyor ve ıslandıkça daralıyorlardi. 1932 yılında
pamuktan üretilen 'cramerton' ordu elbisesi dayanıklı olması ve içinde
kolayca hareket edilebilmesi açısından İkinci Dünya Savaşı'nda ordunun
kullandığı en yaygın arazi elbisesi haline geldi.
Bir sonraki aşama ise askerlerin düşman tarafından görülmemesini
sağlayacak kadar araziye uygun ama aynı zamanda aynı tarafın
askerlerinin birbirlerini vurmamasını sağlayacak şekilde ayırt
edilebilir kumaş renk ve desenini yaratmaktı.
Aslında kamuflaja ilk olarak askerler tarafından değil
hayvanların kendilerini fark etmelerini önlemek için avcılar tarafından
başvurulmuştu. Kamuflaj desenlerini yaratabilmek için İngiliz ve
Fransız orduları ressamlarla işbirliği yapmıştır. Hatta Pi-casso'nun
ordu giysilerini görünce 'Bunlar benim desenlerim' diye bağırdığı bile rivayet edilir.
Eski insanlar tuvaletlerini nasıl yapıyorlardı?
İnsanlar tarihlerinde çok uzun bir süre tuvalet kullanmadılar. Başlangıçta hayvanlar nasıl yapıyorlarsa onlar da öyle yaptılar. İşlerini en yakın çalının dibinde veya bir ırmak kenarında görebiliyorlardı. Ancak toplumlar geliştikçe köyler
kasabalar ortaya çıktıkça tuvalet ihtiyacını karşılamak için daha uzak
mesafelere gitme zorunluluğu doğdu. Ayrıca açıkta bırakılan atıkların
yarattığı kötü koku ve hastalık tehlikeleri de insanlarda bu konuda
bazı önlemler almanın zamanının geldiği bilincini oluşturdu.
Binlerce yıl önce Sümerler Mısırlılar ve Hindistan'da yaşayanlar oturakta oturup
ihtiyaçlarını giderdikten sonra oturağa düşenleri uzakta bir yerlere
döküyorlardı. İki bin yıl önce ise Romalılar ilk basit tuvaleti
kullanmaya başladılar. Atıklar oturdukları deliğin içine düşüyor deliğin altından akan su onları uzağa taşıyordu.
Çiftçilerin açık arazide çalışanların ise zaten böyle bir dertleri yoktu. Tarlanın bir köşesine çukur kazıyor çukur yeterince dolunca toprakla dolduruyor ve başka bir çukur kazıyorlardı. Geceleri ise yataklarının altında bir lazımlık bulunduruyorlardı.
Ortaçağda kale ve şatolarda atık bir delik vasıtası ile binanın
etrafındaki su birikintisine düşürülüyordu. Bir yere tuvaletini yapıp onu bir tanktan gelen su ile sürükleyip uygun bir yere bırakma fikri ilk olarak Kraliçe 1. Elizabeth zamanında 1589 yılında John Harrington'dan geldi. Ancak o zamanlar İngiltere'deki evlerde ne böyle bir tankı dolduracak ne de atığı alıp götürecek su sistemi vardı.
Günümüzdekilere benzer bir tuvalet ancak iki yüzyıl sonra 1778'de
İngiltere'de bir saat yapımcısı olan Alexander Cum-ming tarafından
tasarlandı ve Joseph Bramah tarafından geliştirildi. Tuvaletlerden
evlere yayılan kötü koku ise 1849 yılında Stephen Green'in 'U' şeklinde
bir boruyu tuvaletin çıkışına monte etmesi ile son buldu. Tuvaletlerin
ve günümüzde lavaboların da altında bulunan bu 'U' şeklindeki boruda
her zaman bir miktar su kalır ve kokunun oluşmasını önler. Tabii o
zamanlar tuvaletler dökme demirden yapılıyordu. Sonra düzgün
yüzeylerinin temizlenme kolaylığı bakımından seramik tuvaletler
üretilmeye başlanıldı. 1888 yılında ise tuvaletlere zinciri çekilince
suyu akan klozetler ilave edildi.
Bizde tuvaletler için hela kenef ayakyolu WC. 00
yüznu-mara gibi birçok isim kullanılır. 'WC.' İngilizce ismindeki
'Wa-ter Closet'in baş harfleridir. Yüznumaranın hikayesi ise değişik.
Eskiden Fransa'da otellerde tuvaletler koridorların uçlarmdaydı.
Odaların her birine birer numara verirken
tuvaletlere numarasız demişler ve '00' diye işaretlemişlerdi.
Fransızca'daki 'numarasız' kelimesi ile ' 100 numara' kelimesi hemen
hemen aynı telaffuz edildiğinden bizde Fransızcası biraz kıt birinin tercüme hatası sonucu'yüznumara'olarak yerleşmiştir.
Erkekler eskiden nasıl tıraş oluyorlardı?
1991 'de Avusturya Alpleri'nde buzullar arasında donmuş bir erkek
cesedi bulundu. Şaşırtıcı olan cesedin 5.200 yıl önce yaşamış birine
ait olması ve bugüne kadar hemen hemen hiç bozulmadan kalabilmesiydi.
'Alp Çobanı' adı verilen bucesette dikkat çeken bir başka husus da yüzünde sakal ve bıyık olmamasıydı.
Arkeologlara göre erkekler tarih öncesi devirlerde de tıraş
oluyorlardı. Mağara duvarlarındaki bu devirlerden kalma resimler sakal
tıraşı için kabukların köpekbalığı dişlerinin
en çok da keskinleştirilmiş çakmaktaşlarının kullanıldığını
göstermektedir. Günümüzde keşfedilen bazı ilkel kabilelerde
çakmaktaşının bu amaçla kullanıldığı gerçekten de görülmektedir.
Mısır'da açılan mezarlarda eski Mısırlıların M.Ö. 4. yüzyılda sakal
kesmek için kullandıkları altın ve bakır aletler bulunmuştur.
Tarih öncesi erkeğinin sakal tıraşı olma nedeni
kesilmezse 150 santimetreye kadar uzayabilecek olan sakalın hareket
kabiliyetini hayli kısıtlamasıdır. Ancak sinek kaydı tıraş olma
ihtiyacının nedeni bilinmemektedir. Her gün kesilmesi gerekiyorsa
erkekler niçin sakallı yaratılmışlardır o da ayrı bir konu. Erkekler günümüzde olduğu gibi geçmiş zamanlarda da din toplumsal konum ve moda gibi nedenlerle tıraş oluyorlardı. Örneğin Ro-ma'da sadece özgür insanlar tıraş olabilirdi.
MS. 14. yüzyılda şimdiki usturanın ilkelleri ortaya çıkmaya başladı
ama erkeklerin acılı ve kanlı tıraş derdi 20. yüzyılın başlarına kadar
devam etti. King Camp Gillette (jilet) ABD'de 1901 yılında ilk iki
taraflı jileti keşfetti. Ancak Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar 168
jilet ve 51 makine satabilmişti. Savaş başlarında ABD hükümeti ordunun
ihtiyacını karşılamak için firmaya 35 milyon tıraş makinesi sipariş etti. Böylece tıraş bıçağı bir sektör haline geldi
Kısa bir süre sonra eski bir kılıç üreticisi olan Wilkinson firması da
tıraş bıçağı üretimine geçti ve bu ikili günümüze kadar piyasanın
devleri olarak geldiler. Günümüzde Gillette dünya pazarının yüzde
66'sini elinde bulundururken
Wilkinson'un payı yüzde 20'dir. Daima sektörün motoru olan Gillette
aslında kaşifinin ve firmanın ismi ve bir marka iken ürünün de ismi
haline gelmiştir.
1950'li yıllarda ilk elektrikli tıraş makineleri devreye girdi. Aynı
yıllarda ise paslanmaz çelik tıraş bıçağı piyasaya çıktı. Günümüz
erkeklerinin yaklaşık yüzde 80'i ıslak tıraşı yani tıraş bıçağı
kullanmayı tercih ediyor. Dünyada tıraş olan 2 milyar erkek ve her
birinin yüzünde ortalama 15 bin kıl varken ve hele hele bu kıllar günde
yaklaşık 2 milimetre uzarken yani bir erkeğin ömrünün ortalama 100 günü tıraş olmakla geçerken kim bükebilir tıraş bıçağı sektörünün bileğini?
Ata neden soldan binilir?
Diğer birçok alışkanlıkta olduğu gibi bunun da sebebi insanların çoğunun sağ ellerini kullanıyor olmalarıdır. Asırlar önce daha çok sağ ellerini kullanan insanlar kılıçlarını kolay çekebilmeleri için kılıçlarını kınlarında sol taraflarında taşıyorlardı.
Ata binerken sol dizin altına kadar inen bu uzun kılıçla ata sağdan binmek yani sağ ayağı üzengiye koyup sol ayağı atın üzerine atarak binmek kılıç nedeni ile zor oluyordu.
Soldan sol ayağı üzengi üzerine koyup
sağ ayağı atın üzerine atarak binince kılıç sorun yaratmıyordu.
Özellikle savaşa giden ordularda disiplin nedeni ile bir örnek hareket
edilmesi gerektiğinden solaklar da ata soldan binmek zorunda kalıyorlardı.
Artık biniciler kılıç taşımıyorlarsa da ata soldan binmek günümüze kadar uzanan bir gelenek haline geldi.
Erkekler neden kravat takar?
Takılar hariç üzerimizdeki her giysinin bir fonksiyonu vardır. Peki
kravatın boğazı sıkmaktan başka fonksiyonu nedir? Her iki yakayı bir
araya getirmekse düğme o işi görüyor. Düğmeleri örtüp giysimizi güzel
ve renkli kılmaksa kadınlar niye takmıyor? Pek de kravat sever bir
millet olmadığımız açıktır ama ister inanın ister inanmayın kravatın ortaya çıkışında Türklerin de rolü var.
1660'da Osmanlılar Avusturya ordusuna yenilince o zamanlar
Avusturya-Macaristan imparatorluğu sınırları içinde olan
Hırvatistan'dan (Croatia) bir alay asker zaferin kahramanları olarak
Paris'e götürüldüler ve kralın huzuruna çıkarıldılar. Bu askerler
boğazlarına renkli mendiller takmışlardı. Bu mendiller Romalılar
devrinde hatiplerin
ses tellerini sıcak tutmak için boğazlarına sardıkları mendillere
benziyordu. Kral çok beğendi ve kendisi de krallık kravatları takan bir
alay kurdu. Kravat kelimesi de Hırvat anlamındaki 'Croat'tan türedi.
Çok geçmeden bu moda İngiltere'ye sıçradı. Hiçbir centilmen boğazına
bir şey sarmadan kendini iyi giyinmiş hissetmiyordu. Kravat o zamanlar
o kadar yüksek bağlanırdı ki insanlar vücudunu döndürmeden etrafa bakamıyorlardı ama hiç olmazsa bir faydası vardı. Kılıç darbelerine karşı boyunu koruyordu.
Kravat çeşitli şekillerde yüzyıllarca yerini korudu
yüzden fazla değişik bağlama şekli geliştirildi. Bağlama şekilleri
üzerine kitaplar yazıldı. 1960 gençliğinin düzene baş kaldırması
sırasında biraz gözden düştü ama 1970'li yıllardan başlayarak
popülaritesi yine arttı. Tabii ki patronlar kravat takınca çalışanlara
da başka seçenek kalmıyordu.
Kravatlar erkeklerin elbise dolaplarının en kolay yıpranabilir
aksesuarlarıdır. Genellikle erkekler kravatı düğümünün bir tarafından ince ucunu Çekerek çıkarırlar. Halbuki doğru yol kravatı bağlarken hangi hareketleri yaptıysanız sökerken de ters sıra ile aynısını yapmanızdır.
Kravatı çıkardıktan sonra her iki ucunu birleştirip iki kat yapmanız parmağınızın üzerine bir kemer gibi sarmanız
parmağınızı içinden çektikten sonra bütün gece o şekilde muhafaza
etmeniz uzmanlar tarafından tavsiye ediliyor. Eğer söz konusu olan bir
ipek kravat ise sabahleyin de hemen askıya asmanız gerekiyor
bu şekilde içindeki fiberler orijinal şekillerine gelecektir. Son bir
uyarı: Üzerinde leke olsa bile ipek kravatları kuru temizlemeye
göndermeyin deforme olabilirler mümkün olduğunca kendiniz temizlemeye çalışın bu da bir sonuç vermezse dikişlerini söküp mendil olarak kullanabilirsiniz.
Gelinliklerin rengi neden beyazdır?
Çocuk annesine sormuş: 'Anne gelinlerin giysisi neden beyaz renkte?'
Annesi cevaplamış: 'Beyaz renk masumiyetin ve mutluluğun sembolüdür.'
Çocuk tekrar sormuş: 'Peki o zaman damatlar neden siyah giyiyorlar?'
Eski Roma'da gelinliklerin rengi sarıydı. Gelinler yine sarı renkte
peçe takıyorlardı. Peçe evli ve bekar kadınları ayırt ediyordu.
Ortaçağlarda ise gelinliğin rengi üzerinde pek durulmadı. Kumaşın
kaliteli ve gösterişli olması daha önemliydi. Herkes en iyi
elbiselerini giyiyordu renk de herkesin kendi tercihine göreydi.
Beyaz gelinlik adetinin yaygınlaşması 16. yüzyılda olmuştur. Bu
yıllarda kraliyet ailesi gelinlerinin gümüşi renkte gelinlik giymeleri
gelenekti. Kraliçe Viktorya bunu reddetti ve beyaz gelinlik giymekte
ısrar etti.
Bundan sonra İngiliz ve Fransız yazarlar beyaz rengin masumiyetin simgesi olduğu konusunu işlemeye başladılar. O dönem
ahlakına göre bekaret evliliğin vazgeçilmez koşulu olduğu için beyaz
gelinlik adeti tuttu. Evlenirken beyaz giysi giymek genç kızların
bekaretlerini topluma ilan etmelerinin vasıtası oldu.
Gelinlikle ilgili bazı batıl inançlar da var. Bunlara göre gelinin gelinliğini bizzat kendisi dikmesi damadın düğünden önce gelini gelinlikle görmesi gelinin gelinliği düğünden önce giymesi uğursuzluk getiriyor.
Söz evlenmeden açılınca evlilik yüzüğünden de bahsetmek gerekiyor.
İnsanların evlenince yüzük takmaları eski Mısırlıların inançlarına
dayanıyor. Milattan 2800 yıl önce Mısır'da yaşayanlar dairenin veya
halka şeklindeki cisimlerin
başlangıç ve bitiş noktalarının olmaması nedeni ile sonsuzluğu - temsil
ettiklerine inanıyorlardı. Yüzük evliliğin sonsuza dek süreceğini
simgeliyordu. Sonra bu inanç ve adet Romalılar vasıtası ile iyice
yaygınlaştı. Kazılarda o devirlere ait çok ilginç evlilik yüzüklerine
rastlanılmıştır.
Evlilik yüzüğünün sol ele ve sondan bir önceki parmağa takılmasının
sebebi ise modern tıbbın gelişmesinden önceki devirlere ait yanlış bir
insan anatomisi bilgisidir. O zamanlarda dolaşım sistemimizdeki ana
damarın sol elimizde bu parmaktan başlayıp kalbimize gittiği
sanılıyordu. Böylece buraya takılan yüzükler evli çiftin kalben
bağlılığını simgeliyordu. Gerçi şimdi damarların nereden gelip nereye
gittiği biliniyor ama bu da bir adet olarak kaldı.
Lavabonuzu veya küvetinizi su ile doldurun ve tıkacı aniden çekin. Su düz olarak delikten boşalmayacak döne döne bir hortum oluşturacak şekilde boşalacaktır. Bu dönüş yönü kuzey yarımkürede sağa doğru yani saat yönünde güney yarımkürede ise tam tersidir. Bilim insanları buna 'Coriolis' kuvveti diyorlar.
Her iki yarımkürede böyle birbirine ters yönde hava akımlarının ve
okyanus akıntılarının olduğu herkes tarafından kabul ediliyor da bir lavabodan boşalan suda
böyle küçük bir ortamda dünyanın dönüşünün etkili olup olamayacağı
tartışma konusu.Dünya kendi etrafında dönerken her tarafındaki hız aynı
değildir. Ekvatordaki biri bir günde dünya çapı kadar yani 40.000 kilometre giderken bir diğer ifade ile saatte 1670 kilometre hızla yol alırken
tam kutuptaki bir insan sıfır hızla sadece kendi etrafında dönmektedir.
Aynı şekilde gökyüzünde asılı gibi duran bulutlar rüzgarın etkisini
katmazsanız yere göre hareketsizdirler ama altlarındaki kara parçası
ile birlikte dönerler. Bu durumda ekvatordaki bulutlar da kutupdakilere
nazaran hızlı dönmektedirler.
A'yi ekvatorda
B'yi ise onun tam kuzeyinde 45 derece paralelinde iki nokta olarak
düşünelim. Bir top mermisini A'dan tam kuzeye nişanlayıp attığımızda atış sırasında ekvatorun dönüş hızı B noktasına göre neredeyse iki kat olacağından mermi B noktasının doğusuna gidecektir.
Aynı şekilde kuzey kutbundan hemen hemen hareketsiz bir konumdan tam
güneye atılan bir mermi 45 paralelinde dünya dönüş hızı daha çok
olduğundan bu sefer hedefin batısına düşecektir. Yani kuzey yarımkürede
kuzeye veya güneye atılan her şey atanın konumuna göre sağa
gitmektedir. Bu durum güney yarımkürede ise sola doğru
gerçekleşmektedir.Her iki yarımkürede kuzey - güney doğrultusunda
hareket eden hava akımları ve okyanus akıntıları bu durumdan
etkilenirler. Kuzey yarımkürede sağa güneyde sola dönerler. Ancak bu dünya yüzünde büyük bir ölçekte okyanusların dibindeki sürtünme ve bulutların
hava akımlarının üzerinde bulundukları yerle birlikte hareket
etmelerinin etkileriyle oluşan bir tabiat olayıdır.Bilim insanları
bunun lavabo veya küvet gibi nispeten mik-ro ölçüde de mümkün olup
olmadığını hala tartışıyorlar. Bir kısmı burada suyun musluktan çıkış
şekil ve hızının lavaboya düştüğü noktanın lavabonun ve suyun gittiği yerin yapısının etken olduğunu söylüyorlar diğerleri de ideal şartlarda 50 kere deney yapın ve görün diyorlar. Haydi banyoya bilimsel deney yapmaya...!
İngilterede neden trafik soldandır??
Bir zamanlar herkes İngilizler gibi yolun solundan gidiyordu. Bunun için de çok geçerli bir sebep vardı.
Yüzyıllarca önce yolun karşısından gelenin dost mu yoksa düşman mı olduğunu kestirmek mümkün değildi. İnsanların çoğu sağ ellerini kullandıkları için yolun solundan duvar dibinden (yaya veya atla) giderek sol taraflarım emniyete alır sağ ellerini kılıçlarını hemen çekecek şekilde hazır bekletirlerdi.
Yolun solundan seyahat ilk defa 1300 yıllarında papanın Roma'ya gelecek hacıların yolda karmaşaya sebep vermemeleri için yolun solundan gitmelerini söylemesiyle resmileşti ve yüzyıllar boyu devam etti.
18. yüzyılın sonlarında ABD'de birçok atın çektiği posta arabalarında
sürücü koltuğu yoktu ve sürücü en arkada ve soldaki atın üstünde
oturuyordu. Bu da yolun solundan gidildiğinde karşıdan geleni ve yolun
kontrolünü zorlaştmyordu.
Çok geçmeden ABD'de trafik sağdan işlemeye başladı. Fransız İhtilali sırasında ihtilalin liderlerinden Maximilien Ro-bespierre büyük bir olasılıkla Katolik kiliseye meydan okuyanlara bir jest olsun diye Parislilerden yollann sağından gitmelerini istedi.
Bir süre sonra aslında kendisi de bir solak olan Napolyon
or-dulanndaki ikmal arabalannın yollann sağından gitmeleri emrini verdi
ve zaptettiği her ülkede de bu uygulamayı hayata geçirdi.
İngiltere hiçbir zaman Napolyon tarafından zapt edilemediğinden
İngilizler yolun solundan gitme alışkanlıklanndan vazgeçmediler.
Avustralya
Hindistan gibi tüm eski sömürgelerinde de bu usulü devam ettirdiler.
Zaten İngilizler'de Amerikalılardan farklı olarak sürücü arabanın
üstünde ve sağında oturuyordu.
Modern araba teknolojisinin gelişmesi ile bu gelişimin dünyada öncüsü
olan ABD'de sürücü koltuğu ve direksiyon sağdan gidişe uygun olarak
sola konuldu ve dünyanın birçok bölgesinde bu şekilde yaygınlaştı.
İngiltere'de ve eski sömürgelerinde trafik akışını sağ şeride almanın faturası o kadar yüklüdür ki artık isteseler de kolay kolay bunu yapamazlar.
Hangi ülkede olursanız olun trafiğin yönü ister sağdan olsun ister soldan karşıdan karşıya geçmeden önce siz yine de her iki yöne bakmayı ihmal etmeyin.
Neden trafik lambaları kırmızı/ sarı ve yeşildir?
Trafik ışıklan uygulaması
önceleri demiryollarının trenleri kontrol için uyguladığı sinyaller
örnek alınarak başlamıştır. Demiryolları idaresi kırmızı rengi 'dur'
sinyali olarak seçmişti. Kırmızı renk kan rengi olduğundan asırlar boyu
tehlikenin tahribatın ve ölümün simgesi olmuştur. Demiryolları ilk faaliyete geçtiği 1830'lu yıllarda 'ikaz' ışığının rengi yeşil 'geç' ışığının ise beyazdı.
Bir süre sonra beyaz sinyal problem yaratmaya başladı. Beyaz renkli
'geç' sinyali diğer sokak lambaları ile karıştırılabili-yordu. Ama daha
da kötüsü 'dur' işaretlerine konulan kırmızı mercekler yerlerinden
düşünce ışık beyazlaşıyor 'geç' sinyali olarak algılanıyor ve kazalara yol açabiliyordu.
Sonunda demiryolcular kırmızıyı 'dur' yeşili 'geç' san rengi de 'ikaz' sinyali olarak kullanmaya başladılar. Bilindiği gibi sarı renk spektrumu içinde en göz alıcı renktir. Böylece makinist bir sinyalin bulunması gereken yerde beyaz ışığı görürse bir şeylerin yanlış olduğunu anlıyor ve tedbirini alıyordu.
Karayollarına gelince
yollarda sadece atların ve at arabalarının bulunduğu tarihlerde bile
dünyanın büyük şehirlerinde trafik sorundu. İlk trafik lambası
otomobillerin ortaya çıkmasından çok önce 1868'de Londra'da kullanıldı.
Gazla yakılan ve bir eksen etrafında döndürülebilen kırmızı ve yeşil
lambalar bir yıl sonra patlayıp kendilerini çeviren polisi de yaralayınca bu uygulama ortadan kalktı.
Ama öte yandan otomobillerin ortaya çıkması ve şehirlerde dolaşmaya
başlamalarıyla birlikte durum iyice kötüleşti. Çeşitli şehirlerde
değişik uygulamalar yapıldı. Demiryollarındaki uygulama örnek alındı
ama demiryollarında birbirine paralel iki hat vardı. Bu sistem iki
yolun kesiştiği kavşaklarda işe yaramıyordu.
Sonunda günümüzdekilere benzeyen ilk elektrikli otomatik trafik lambasını
ilkokul mezunu ve ABD'deki Cleveland'da otomobil sahibi ilk siyah olan
Garrett Morgan geliştirdi. 1914'de ilk denemelerine başlayan Morgan
1923'de de patentini aldı. Morgan 1963'de ölümünden az önce patentini
40 bin dolara General Electric firmasına sattı.
Morgan'ın lambaları demiryollarına benzer şekilde bir 'T' üzerinde
kırmızı ve yeşil iki lambadan ibaretti. Çok geçmeden ikaz anlamında
sarı lamba da ilave edildi ve uygulama bütün dünyaya süratle yayıldı.
Aradan geçen yıllara rağmen sarı renk hala 'ikaz' anlamındadır ama günümüz sürücüleri onu 'geç' sinyali olarak algılıyorlar
Erkek bebeklerin giysileri neden mavidir?
Yüzyıllarca önce insanlarda şeytani güçlerin bebeklerin veya küçük çocukların odalarında dolaştıklarına onların vücutlarına girmek için fırsat kolladıklarına ilişkin ortak bir inanç vardı. Ayrıca bu şeytani güçlerin
mavi renk tarafından kovulduğuna da inanılıyordu. Çünkü mavi göklerin
rengi idi. Hatta bugün bile hala Ortadoğu'da şeytanı kovmak için bazı evlerin kapıları maviye boyanmaktadır.
O zamanlarda sülalenin devamı için erkek bebeklerin önemi daha fazla olduğu için şeytan korkar da gider diye erkek bebeklerin ve küçük erkek çocukların giysilerinin mavi olması adet haline geldi ve yüzyıllar boyunca devam etti.
Çok sonraları kız bebekler de "erkek bebekler kadar önem kazanınca" onların giysilerine de bir renk verilmesi ihtiyacı doğdu ve de çiçeklerin en güzeli olan gülün rengi yani pembe renk verildi.
İnsanlar neden tokalaşıyorlar?
Tokalaşma aslında çağlar öncesi bir adet. Çok eski çağlarda tüm erkekler bir silah taşıyor ve çoğunluğu da bu silahı sağ eli ile kullanıyordu.
Bir erkek diğerine dost olduğunu elinde silah bulunmadığını göstermek için boş sağ elini uzatıyor diğeri de aynı şeyi yapıyordu. Ama her iki taraf da kendini emniyete almak diğerinin aniden silah çekmesine mani olmak için birbirlerinden emin olana kadar birlikte ellerini hafifçe sıkarak duruyorlardı.
Tokalaşırken elleri sallama alışkanlığı elleri daha iyi kavrayarak
rakibin giysisinin içinden aniden bir silah çıkarmasını önlemek için
başlamış olabilir. Ancak sonraları dostluğun bir ifadesi oldu.
Matemde bayraklar neden yarıya indirilir?
Bu geleneğin kökeni eski deniz savaşlarına kadar uzanıyor. O devirlerde
her bir savaş gemisinin direğinin tepesinde dalgalanan kendine özgü
renkli bir bayrağı vardı. Bir deniz savaşından sonra yenilen gemi galip tarafın bayrağını asmak zorundaydı bunun için de kendi bayrağını yarıya çekerek üstte yer bırakırdı.
Günümüzde böyle bir durum söz konusu değilse de bayrakları yarıya indirmek bir saygı ifadesi olarak kaldı. Milletlerin matem günlerinde önemli devlet adamlarının ölümünde diğer milletlerin de bayraklarını yarıya indirmeleri mateme katılmak anlamında uluslararası bir gelenek haline geldi.
Hangi ulustan olursa olsun denizde birbirinin yanından geçen gemilerin geçiş süresince bayraklarını yarıya indirmeleri geleneği saygının bir ifadesi olarak günümüzde hala devam etmektedir
Şemsiyelerin çoğunun rengi neden siyahtır?
Şemsiyeler ilk olarak 3400 yıl önce Mezopotamya'da bir rütbenin bir ayrıcalığın sembolü olarak kullanılmaya başlandı. Bu ilk şemsiyeler Mezopotamyalıları yağmurdan değil yakıcı güneşten korumak için kullanılıyordu.
Şemsiyeler yüzyıllar boyu hep güneşten korunmak için kullanıldı. Bugün
bile bazı Afrika kabilelerinde şefin arkasında yürüyen bir şemsiye
taşıyıcısı görülmektedir. Hatta İngilizce'de şemsiye anlamındaki
'umbrella' kelimesi Latince gölge anlamına gelen 'umbra' kelimesinden türemiştir.
Milattan önce 1200 yıllarına gelindiğinde şemsiye Mısırlılarda biraz
dini bir anlam kazandı. Gökyüzünün Tanrının vücudundan yapılmış dünyayı koruyan bir şemsiye olduğuna inanıyorlardı ve başlarının üzerinde taşıdıkları şemsiye yüksek ahlak sembolü idi.
Romalılar şemsiye kültürünü Mısırlılardan aldılar ama onu hep kadınsı
bir sembol olarak gördüler ve erkekler tarafından hiç kullanılmadı.
Yağlı kağıttan yapılan şemsiyelerin yağmuru da geçirmediği görülünce kadınlar tarafından yağmurda da kullanılmaya başlandı. Artık antik tiyatrolarda yağmurda kadınlar şemsiyeler altında rahat rahat otururlarken erkekler şırıl sıklam ıslanıyorlardı.
Avrupa'da şemsiyelerin yaygın olarak kullanılmasına 1700'lü yıllarda
başlanmıştır. Bu yıllarda şemsiyelerin yünlü kumaşlarının üstü bir
çeşit yağ ile sıvanıyordu. Bu yağ kumaşa su geçirmez bir özellik
kazandırıyor ve siyah bir renk veriyordu. Siyah renkli bu şemsiyeler
erkekler tarafından da benimsendi ve güneş için olan beyaz şemsiyeler
kadınların
yağmur için olan siyahlar ise erkeklerin vazgeçilmez aksesuarları
oldu.Bir çeşit yağ ile sıvanan siyah şemsiyeler gerçekten yağmuru hiç
geçirmiyorlardı ama ömürleri de pek uzun sürmüyordu. Zamanla daha
kaliteli şemsiyeler üretildi
ancak siyah renk su geçirmezliğin bir garantisiymiş gibi algılanmaya
devam edildi. Günümüzde yazın şemsiye kullanma adeti pek kalmadı ama
yağmurda erkekler siyah şemsiye taşımada hala ısrarlı. Kadınlar ise
cıvıl cıvıl renklerdeki şemsiyelerle dolaşıyorlar.
Günümüzde üniformalar neden haki renkte?
Napolyon savaşlarına kadar
askeri üniformalar çok renkli ve gösterişli idi. Ancak savaş
teknolojisi geliştikçe bunun da bazı sakıncaları ortaya çıkmaya
başladı. Kılıç ve kalkanla yapılan savaşlarda gösterişli üniformalar
düşmanda moral bozukluğu yaratıyordu ama ateşli silahlar bulununca
bu parlak ve renkli giysiler uzaktan iyi bir hedef olmaya başladı.
Bugün askerler savaşa en uygun sadelikte giyinerek giderler ve sadece
gerekli teçhizatı taşırlar.
Üniformalardaki haki renk ise ilk kez ingilizler tarafından 1850'li
yıllarda Hindistan'da kullanılmaya başlanmıştır. Britanya ordusundan
Hary Lumsden İngiliz askerlerinin beyaz üniformaları nedeni ile kolay
hedef olduklarını fark edince
üniformaların üzerine toz ve çamur sürerek ve biraz da çay ile
boyayarak renklerini gölgeli kahverengine dönüştürmüş ve giysilerin
rengini araziye uydurmaya çalışmıştır. Toprak rengine benzeyen bu
üniformalara Hintçe toprak rengi anlamına gelen 'Khaki' adı verilmiş ve
Türkçe'ye de 'haki' olarak geçmiştir.
Khaki 20. yüzyılın başlarında günün standartlarına göre değiştirildi.
Bu model Amerikan özel timleri tarafından tehlikeli görevlerde
kullanılmaya başlanıldı. Birinci Dünya Savaşı'nda da kullanılan bu
renkteki kumaşlar çok sert oldukları için askerlerin hareket
kabiliyetlerini azaltıyor ve ıslandıkça daralıyorlardi. 1932 yılında
pamuktan üretilen 'cramerton' ordu elbisesi dayanıklı olması ve içinde
kolayca hareket edilebilmesi açısından İkinci Dünya Savaşı'nda ordunun
kullandığı en yaygın arazi elbisesi haline geldi.
Bir sonraki aşama ise askerlerin düşman tarafından görülmemesini
sağlayacak kadar araziye uygun ama aynı zamanda aynı tarafın
askerlerinin birbirlerini vurmamasını sağlayacak şekilde ayırt
edilebilir kumaş renk ve desenini yaratmaktı.
Aslında kamuflaja ilk olarak askerler tarafından değil
hayvanların kendilerini fark etmelerini önlemek için avcılar tarafından
başvurulmuştu. Kamuflaj desenlerini yaratabilmek için İngiliz ve
Fransız orduları ressamlarla işbirliği yapmıştır. Hatta Pi-casso'nun
ordu giysilerini görünce 'Bunlar benim desenlerim' diye bağırdığı bile rivayet edilir.
Eski insanlar tuvaletlerini nasıl yapıyorlardı?
İnsanlar tarihlerinde çok uzun bir süre tuvalet kullanmadılar. Başlangıçta hayvanlar nasıl yapıyorlarsa onlar da öyle yaptılar. İşlerini en yakın çalının dibinde veya bir ırmak kenarında görebiliyorlardı. Ancak toplumlar geliştikçe köyler
kasabalar ortaya çıktıkça tuvalet ihtiyacını karşılamak için daha uzak
mesafelere gitme zorunluluğu doğdu. Ayrıca açıkta bırakılan atıkların
yarattığı kötü koku ve hastalık tehlikeleri de insanlarda bu konuda
bazı önlemler almanın zamanının geldiği bilincini oluşturdu.
Binlerce yıl önce Sümerler Mısırlılar ve Hindistan'da yaşayanlar oturakta oturup
ihtiyaçlarını giderdikten sonra oturağa düşenleri uzakta bir yerlere
döküyorlardı. İki bin yıl önce ise Romalılar ilk basit tuvaleti
kullanmaya başladılar. Atıklar oturdukları deliğin içine düşüyor deliğin altından akan su onları uzağa taşıyordu.
Çiftçilerin açık arazide çalışanların ise zaten böyle bir dertleri yoktu. Tarlanın bir köşesine çukur kazıyor çukur yeterince dolunca toprakla dolduruyor ve başka bir çukur kazıyorlardı. Geceleri ise yataklarının altında bir lazımlık bulunduruyorlardı.
Ortaçağda kale ve şatolarda atık bir delik vasıtası ile binanın
etrafındaki su birikintisine düşürülüyordu. Bir yere tuvaletini yapıp onu bir tanktan gelen su ile sürükleyip uygun bir yere bırakma fikri ilk olarak Kraliçe 1. Elizabeth zamanında 1589 yılında John Harrington'dan geldi. Ancak o zamanlar İngiltere'deki evlerde ne böyle bir tankı dolduracak ne de atığı alıp götürecek su sistemi vardı.
Günümüzdekilere benzer bir tuvalet ancak iki yüzyıl sonra 1778'de
İngiltere'de bir saat yapımcısı olan Alexander Cum-ming tarafından
tasarlandı ve Joseph Bramah tarafından geliştirildi. Tuvaletlerden
evlere yayılan kötü koku ise 1849 yılında Stephen Green'in 'U' şeklinde
bir boruyu tuvaletin çıkışına monte etmesi ile son buldu. Tuvaletlerin
ve günümüzde lavaboların da altında bulunan bu 'U' şeklindeki boruda
her zaman bir miktar su kalır ve kokunun oluşmasını önler. Tabii o
zamanlar tuvaletler dökme demirden yapılıyordu. Sonra düzgün
yüzeylerinin temizlenme kolaylığı bakımından seramik tuvaletler
üretilmeye başlanıldı. 1888 yılında ise tuvaletlere zinciri çekilince
suyu akan klozetler ilave edildi.
Bizde tuvaletler için hela kenef ayakyolu WC. 00
yüznu-mara gibi birçok isim kullanılır. 'WC.' İngilizce ismindeki
'Wa-ter Closet'in baş harfleridir. Yüznumaranın hikayesi ise değişik.
Eskiden Fransa'da otellerde tuvaletler koridorların uçlarmdaydı.
Odaların her birine birer numara verirken
tuvaletlere numarasız demişler ve '00' diye işaretlemişlerdi.
Fransızca'daki 'numarasız' kelimesi ile ' 100 numara' kelimesi hemen
hemen aynı telaffuz edildiğinden bizde Fransızcası biraz kıt birinin tercüme hatası sonucu'yüznumara'olarak yerleşmiştir.
Erkekler eskiden nasıl tıraş oluyorlardı?
1991 'de Avusturya Alpleri'nde buzullar arasında donmuş bir erkek
cesedi bulundu. Şaşırtıcı olan cesedin 5.200 yıl önce yaşamış birine
ait olması ve bugüne kadar hemen hemen hiç bozulmadan kalabilmesiydi.
'Alp Çobanı' adı verilen bucesette dikkat çeken bir başka husus da yüzünde sakal ve bıyık olmamasıydı.
Arkeologlara göre erkekler tarih öncesi devirlerde de tıraş
oluyorlardı. Mağara duvarlarındaki bu devirlerden kalma resimler sakal
tıraşı için kabukların köpekbalığı dişlerinin
en çok da keskinleştirilmiş çakmaktaşlarının kullanıldığını
göstermektedir. Günümüzde keşfedilen bazı ilkel kabilelerde
çakmaktaşının bu amaçla kullanıldığı gerçekten de görülmektedir.
Mısır'da açılan mezarlarda eski Mısırlıların M.Ö. 4. yüzyılda sakal
kesmek için kullandıkları altın ve bakır aletler bulunmuştur.
Tarih öncesi erkeğinin sakal tıraşı olma nedeni
kesilmezse 150 santimetreye kadar uzayabilecek olan sakalın hareket
kabiliyetini hayli kısıtlamasıdır. Ancak sinek kaydı tıraş olma
ihtiyacının nedeni bilinmemektedir. Her gün kesilmesi gerekiyorsa
erkekler niçin sakallı yaratılmışlardır o da ayrı bir konu. Erkekler günümüzde olduğu gibi geçmiş zamanlarda da din toplumsal konum ve moda gibi nedenlerle tıraş oluyorlardı. Örneğin Ro-ma'da sadece özgür insanlar tıraş olabilirdi.
MS. 14. yüzyılda şimdiki usturanın ilkelleri ortaya çıkmaya başladı
ama erkeklerin acılı ve kanlı tıraş derdi 20. yüzyılın başlarına kadar
devam etti. King Camp Gillette (jilet) ABD'de 1901 yılında ilk iki
taraflı jileti keşfetti. Ancak Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar 168
jilet ve 51 makine satabilmişti. Savaş başlarında ABD hükümeti ordunun
ihtiyacını karşılamak için firmaya 35 milyon tıraş makinesi sipariş etti. Böylece tıraş bıçağı bir sektör haline geldi
Kısa bir süre sonra eski bir kılıç üreticisi olan Wilkinson firması da
tıraş bıçağı üretimine geçti ve bu ikili günümüze kadar piyasanın
devleri olarak geldiler. Günümüzde Gillette dünya pazarının yüzde
66'sini elinde bulundururken
Wilkinson'un payı yüzde 20'dir. Daima sektörün motoru olan Gillette
aslında kaşifinin ve firmanın ismi ve bir marka iken ürünün de ismi
haline gelmiştir.
1950'li yıllarda ilk elektrikli tıraş makineleri devreye girdi. Aynı
yıllarda ise paslanmaz çelik tıraş bıçağı piyasaya çıktı. Günümüz
erkeklerinin yaklaşık yüzde 80'i ıslak tıraşı yani tıraş bıçağı
kullanmayı tercih ediyor. Dünyada tıraş olan 2 milyar erkek ve her
birinin yüzünde ortalama 15 bin kıl varken ve hele hele bu kıllar günde
yaklaşık 2 milimetre uzarken yani bir erkeğin ömrünün ortalama 100 günü tıraş olmakla geçerken kim bükebilir tıraş bıçağı sektörünün bileğini?
Ata neden soldan binilir?
Diğer birçok alışkanlıkta olduğu gibi bunun da sebebi insanların çoğunun sağ ellerini kullanıyor olmalarıdır. Asırlar önce daha çok sağ ellerini kullanan insanlar kılıçlarını kolay çekebilmeleri için kılıçlarını kınlarında sol taraflarında taşıyorlardı.
Ata binerken sol dizin altına kadar inen bu uzun kılıçla ata sağdan binmek yani sağ ayağı üzengiye koyup sol ayağı atın üzerine atarak binmek kılıç nedeni ile zor oluyordu.
Soldan sol ayağı üzengi üzerine koyup
sağ ayağı atın üzerine atarak binince kılıç sorun yaratmıyordu.
Özellikle savaşa giden ordularda disiplin nedeni ile bir örnek hareket
edilmesi gerektiğinden solaklar da ata soldan binmek zorunda kalıyorlardı.
Artık biniciler kılıç taşımıyorlarsa da ata soldan binmek günümüze kadar uzanan bir gelenek haline geldi.
Erkekler neden kravat takar?
Takılar hariç üzerimizdeki her giysinin bir fonksiyonu vardır. Peki
kravatın boğazı sıkmaktan başka fonksiyonu nedir? Her iki yakayı bir
araya getirmekse düğme o işi görüyor. Düğmeleri örtüp giysimizi güzel
ve renkli kılmaksa kadınlar niye takmıyor? Pek de kravat sever bir
millet olmadığımız açıktır ama ister inanın ister inanmayın kravatın ortaya çıkışında Türklerin de rolü var.
1660'da Osmanlılar Avusturya ordusuna yenilince o zamanlar
Avusturya-Macaristan imparatorluğu sınırları içinde olan
Hırvatistan'dan (Croatia) bir alay asker zaferin kahramanları olarak
Paris'e götürüldüler ve kralın huzuruna çıkarıldılar. Bu askerler
boğazlarına renkli mendiller takmışlardı. Bu mendiller Romalılar
devrinde hatiplerin
ses tellerini sıcak tutmak için boğazlarına sardıkları mendillere
benziyordu. Kral çok beğendi ve kendisi de krallık kravatları takan bir
alay kurdu. Kravat kelimesi de Hırvat anlamındaki 'Croat'tan türedi.
Çok geçmeden bu moda İngiltere'ye sıçradı. Hiçbir centilmen boğazına
bir şey sarmadan kendini iyi giyinmiş hissetmiyordu. Kravat o zamanlar
o kadar yüksek bağlanırdı ki insanlar vücudunu döndürmeden etrafa bakamıyorlardı ama hiç olmazsa bir faydası vardı. Kılıç darbelerine karşı boyunu koruyordu.
Kravat çeşitli şekillerde yüzyıllarca yerini korudu
yüzden fazla değişik bağlama şekli geliştirildi. Bağlama şekilleri
üzerine kitaplar yazıldı. 1960 gençliğinin düzene baş kaldırması
sırasında biraz gözden düştü ama 1970'li yıllardan başlayarak
popülaritesi yine arttı. Tabii ki patronlar kravat takınca çalışanlara
da başka seçenek kalmıyordu.
Kravatlar erkeklerin elbise dolaplarının en kolay yıpranabilir
aksesuarlarıdır. Genellikle erkekler kravatı düğümünün bir tarafından ince ucunu Çekerek çıkarırlar. Halbuki doğru yol kravatı bağlarken hangi hareketleri yaptıysanız sökerken de ters sıra ile aynısını yapmanızdır.
Kravatı çıkardıktan sonra her iki ucunu birleştirip iki kat yapmanız parmağınızın üzerine bir kemer gibi sarmanız
parmağınızı içinden çektikten sonra bütün gece o şekilde muhafaza
etmeniz uzmanlar tarafından tavsiye ediliyor. Eğer söz konusu olan bir
ipek kravat ise sabahleyin de hemen askıya asmanız gerekiyor
bu şekilde içindeki fiberler orijinal şekillerine gelecektir. Son bir
uyarı: Üzerinde leke olsa bile ipek kravatları kuru temizlemeye
göndermeyin deforme olabilirler mümkün olduğunca kendiniz temizlemeye çalışın bu da bir sonuç vermezse dikişlerini söküp mendil olarak kullanabilirsiniz.
Gelinliklerin rengi neden beyazdır?
Çocuk annesine sormuş: 'Anne gelinlerin giysisi neden beyaz renkte?'
Annesi cevaplamış: 'Beyaz renk masumiyetin ve mutluluğun sembolüdür.'
Çocuk tekrar sormuş: 'Peki o zaman damatlar neden siyah giyiyorlar?'
Eski Roma'da gelinliklerin rengi sarıydı. Gelinler yine sarı renkte
peçe takıyorlardı. Peçe evli ve bekar kadınları ayırt ediyordu.
Ortaçağlarda ise gelinliğin rengi üzerinde pek durulmadı. Kumaşın
kaliteli ve gösterişli olması daha önemliydi. Herkes en iyi
elbiselerini giyiyordu renk de herkesin kendi tercihine göreydi.
Beyaz gelinlik adetinin yaygınlaşması 16. yüzyılda olmuştur. Bu
yıllarda kraliyet ailesi gelinlerinin gümüşi renkte gelinlik giymeleri
gelenekti. Kraliçe Viktorya bunu reddetti ve beyaz gelinlik giymekte
ısrar etti.
Bundan sonra İngiliz ve Fransız yazarlar beyaz rengin masumiyetin simgesi olduğu konusunu işlemeye başladılar. O dönem
ahlakına göre bekaret evliliğin vazgeçilmez koşulu olduğu için beyaz
gelinlik adeti tuttu. Evlenirken beyaz giysi giymek genç kızların
bekaretlerini topluma ilan etmelerinin vasıtası oldu.
Gelinlikle ilgili bazı batıl inançlar da var. Bunlara göre gelinin gelinliğini bizzat kendisi dikmesi damadın düğünden önce gelini gelinlikle görmesi gelinin gelinliği düğünden önce giymesi uğursuzluk getiriyor.
Söz evlenmeden açılınca evlilik yüzüğünden de bahsetmek gerekiyor.
İnsanların evlenince yüzük takmaları eski Mısırlıların inançlarına
dayanıyor. Milattan 2800 yıl önce Mısır'da yaşayanlar dairenin veya
halka şeklindeki cisimlerin
başlangıç ve bitiş noktalarının olmaması nedeni ile sonsuzluğu - temsil
ettiklerine inanıyorlardı. Yüzük evliliğin sonsuza dek süreceğini
simgeliyordu. Sonra bu inanç ve adet Romalılar vasıtası ile iyice
yaygınlaştı. Kazılarda o devirlere ait çok ilginç evlilik yüzüklerine
rastlanılmıştır.
Evlilik yüzüğünün sol ele ve sondan bir önceki parmağa takılmasının
sebebi ise modern tıbbın gelişmesinden önceki devirlere ait yanlış bir
insan anatomisi bilgisidir. O zamanlarda dolaşım sistemimizdeki ana
damarın sol elimizde bu parmaktan başlayıp kalbimize gittiği
sanılıyordu. Böylece buraya takılan yüzükler evli çiftin kalben
bağlılığını simgeliyordu. Gerçi şimdi damarların nereden gelip nereye
gittiği biliniyor ama bu da bir adet olarak kaldı.
Geri: Tüm NEDEN'lerinizin cevapları Burada... [güncellenecektir...]
13 sayısı neden uğursuzdur?
13 sayısının uğursuz olduğuna ilişkin inanç dünyada o kadar yaygındır ki yaşamı birçok yönde ciddi olarak etkilemektedir. Bazı ülkelerde evlerin kapılarına 13 numarası verilmez uçaklarda 13. koltuk sırası yoktur apartmanlarda
otellerde 13. kat ya 1 2 A' dır ya da 1 4 'tür. 13 numaralı oda yoktur.
Olsa bile insanlar o odada kalmak istemezler. Hatta ayın 1 3 'ünde işe
gelmeme uçak ve tren rezervasyonlarının iptali
alışverişin düşmesi ve benzeri davranışların ABD 'ye günde milyonlarca
dolara mal olduğu söylenmektedir. Bu inanç bir fobi yani bir çeşit
korku hastalığı olarak kabul edilmiş olup adı 'triskaidekaphobia'dır.
Genel olarak bu inancın Hz. İsa'nın meşhur son yemeğindeki havarilerin sayısından kaynaklandığı sanılsa da kökü çok daha eskilere mitolojik tanrıların yaşadığına inanılan çağlara İskandinavya topraklarına kadar gider.
O zamanlarda ışık ve güzellik tanrısı Balder bir ziyafet verir. Balder
Vikking'lerin meşhur tanrısı Odin ile Frigga'nın oğulları olup ay kraliçesi Nanna'mn da eşidir. Bu ziyafete 12 kişi davetli iken yalanların ve hilelerin tanrısı Loki davetli olmadığı halde zorla 13. kişi olarak katılmak ister. Ancak bu arada çıkan tartışmada Loki diğer tanrılar tarafından da çok sevilen Balder'i öldürür.
Bu mitolojik hikaye ve inanış İskandinavya'dan Avrupa'nın güneyine
kadar yayılır. Hıristiyan din adamları bu halk masalını kullanırlar ve
Hz. İsa'nın son yemeğine uygularlar. Hıristiyan versiyonunda Balder'in
yerini Hz. İsa
Loki'nin yerini de hain Judas alır. Bu yemekten sonra 24 saat içinde de
Hz. İsa çarmıha gerilerek öldürülür. Bu nedenle Hıristiyanlarda akşam
yemeğinde 13 kişi bir araya gelirse bunlardan birinin başına bir
felaket geleceğine inanılır.
Bu inanışlara göre 13 sayısı uğursuzdur ama ayın cumaya rastlayan 13.
günü hepten uğursuzdur. Ancak böyle bir günde doğmuşsanız tam tersi yani 13 sizin uğurlu gününüzdür.
Cuma gününün uğursuz sayılmasına Havva anamızın Adem babamıza elmayı
(bence "ayva"yı!) cuma günü yedirtip cennetten kovulmasına sebep olması Hz. Nuh zamanındaki büyük selin cuma günü olması
Hz. İsa'nın cuma günü çarmıha gerilmesi gibi olaylardan biri veya hepsi
neden olmuş olabilir. Müslümanlar ise Hz. Adem'in cuma günü
yaratıldığına inandıklarından bu güne diğer günlerden daha çok değer
verirler.
13 sayısının uğursuzluğuna duyulan inancın kökeninde bir yıl içinde
ayın 13 kez dolunay olarak gözükmesinin yattığını söyleyenler de vardır.
Ayna kırılması neden uğursuzluk getirir?
Ayna kırılmasının uğursuzluk getireceğine olan inanış en eski batıl inançlardan biridir. Kökeni ilk aynanın yapılışından yüzyıllar öncesine hatta ilk çağ insanına kadar gider. Göllerde veya su birikintilerinde kendi aksini gören ilkel insan şaşırmış bunun kendisinin ruhu olduğunu sanmış suyu bulandırıp görüntüsünün kaybolmasına neden olanları da düşman bilmiştir.
İlk aynaların kullanılışı eski Mısır devirlerine rastlar. Bunlar pirinç bronz
gümüş hatta altın gibi metallerden yapılmış ve çok iyi parlatılmış
yüzeylerdi ve de tabii ki kırılmaları mümkün değildi. Bu devirde de bu
parlak yüzeylerden yansıyan görüntünün o insanın ruhunun bir yansıması
olduğuna inanılıyordu. Sonraları buna vampirlerin ruhları olmadığından
bu parlak yüzeylerde görüntülerinin de yansımadığı inancı ilave edildi.
Cam kapların yapılmaya başlanılmasından sonra da
içindeki sudan yansıyan görüntünün ruhun bir yansıması olduğu inancı
devam etti ama camlar kırılabiliyordu ve o zaman da içinde bulunan
ruhun bir parçası vücudu terk ediyordu.
Birinci yüzyılda Romalılar bu uğursuzluğun süresini 7 yıla çıkardılar.
Romalılar hayatın her yedi senede bir kendini yenilediğine
inanıyorlardı. Camın kırılması sonucu ruh ve dolayısıyla insanın
sağlığı tahrip olduğundan vücudun kendini yenileyerek sağlığına kavuşması için yedi yıl geçmesi gerekiyordu.
Bu batıl inanç 15. yüzyılda İtalya'da Venedik şehrinde arkası gümüş kaplı
çok kolay kırılabilir ve pahalı ilk aynaların yapılması ile birlikte
iyice gelişti. İnanç biraz da ekonomik boyut kazanmıştı. Aynayı
taşıyanlar evlerde aynaları temizleyen hizmetkarlar aynaları kırmaları halinde yedi yıl boyunca ölümden daha beter felaketlerle karşılaşabilecekleri hususunda uyanlıyorlardı.
Bu inançla beraber geliştirilen bazı önlemler de oldu tabii. Örneğin:
aynanın kınlan parçaları toplanır ve güneye doğru akan bir ırmakta
yıkanırsa veya toprağa gömülürse kötü şans yok edilmiş olur. Ancak
kırılan parçaları alıp evden çıkarken içlerine bakmamak gerekir. Yatak
odalarındaki aynaların üzerleri kullanılmadığı zamanlarda örtülmelidir
ki ruh içinde kalmasın. Ölen bir insanın evindeki aynaların da üzerleri
örtülmelidir ki ruh gökyüzüne doğru olan yolculuğunda bir engelle
karşılaşmasın.
17. yüzyılın ortalarında İngiltere ve Fransa'da ucuz maliyetli aynalar
üretilmeye başlanıldı ama batıl inanç o kadar yerleşmişti ki günümüzün modern dünyasında bile hala devam ediyor.
Nazar değmesi nasıl oluyor?
Bizde "nazar değmesi" adı verilen inanç diğer lisanlarda "şeytan göz" veya "şeytan bakışı" olarak adlandırılır. Bebeğine yeni elbiseler giydiren bir anne
çarşıya gidip alışveriş yapar. Bu arada bir başka kadın gelir ve bebeği
sever. Eve gittiklerinde bebek ishal olur. İşte anneye göre bebeğine o
kadının nazarı değmiştir. Dikkat ederseniz burada bebeği seven kadının
art niyeti yoktur. Zaten nazarı değen kişinin genellikle kötülüğü değil kıskançlığı ve çekemezliğidir söz konusu olan.
Noel Baba ve benzeri batıl inançlar çocuklukta kuvvetli olup yaş ilerledikçe azalırken nazar değme inancı bunun tam tersidir. Nazar inancının ardındaki güç
bakışın ruhla bütünleşmesidir. Bakış konuşmaya göre daha etkilidir.
İnsana tam odaklanır ve daha duygusaldır. Birçoğumuz arkamız dönük
olduğumuz halde kalabalık içinden birinin bize baktığım hissetmişizdir.
Nazar değmesi ile ilgili olarak en çok kabul gören görüş gözdeki yansımadır. Eğer karşınızdaki birinin gözlerine dikkatle bakarsanız gözlerinde kendi görüntünüzün yansıdığını görürsünüz. Eski insanlar sudan
aynadan yansıyan görüntülerinin kendi ruhları olduğuna inanıyorlardı.
Karşılarındaki insanın gözleri içinde kendi küçük görüntülerini görünce
tehlikede olduklarını ruhlarının karşısındakinin gözleri içinde hapsolduğu-nu sanıyorlardı.
Bu korkunun dünya çapında genel bir inanca dönüşmesinin
şimdi Irak'ın bulunduğu topraklarda yaşamış eski Sümerlerden
kaynaklandığı sanılıyor. Sümerlerin inançlarına göre bazı insanlar
bakarak suları kurutabilir ve bu nedenle ölüme sebep olabilirlerdi.
Sonradan bu inanç bir bakışla yaşayan şeyleri de kurulabilme yönünde
gelişti. Örneğin nazar değen çocukların ishal olup vücutlarının sıvı kaybetmesi annelerin ve süt veren hayvanların sütlerinin kuruması meyve ağaçlarının kuruması ve erkeklerin iktidarsız kalmaları vb. Görüldüğü gibi bunların hepsinde de sıvı kaybı ve kuruma vardır.
Bu inanç doğuda Hindistan'a batıda Portekiz ve İngiltere'ye kuzeyde İskandinavya'ya kadar yayıldı. Böylesi bir inanca sahip olmayan Amerika Asya Afrika ve Avustralya'ya ise kaşifler denizciler ve göçmenler tarafından taşındı. Ama günümüzde hala Çin Kore Güneydoğu Asya Avustralya ve Amerika yerlilerinde Afrika'da sahranın güneyinde Böyle bir batıl inanç yoktur.
Doğu Akdeniz ve Ege kıyılarında bu inanca
mavi gözlü insanların daha fazla nazarlarının değdiği inancı da ilave
edilmiştir. Bu yörelerde mavi gözlü insanların azlığı bunun sebebi
sanılıyor. Bu nedenle buralarda nazarı geri itmek veya ayna gibi
yansıtmak için mavi göz şeklinde camdan yapılan nazarlıklar başta bebekler olmak üzere nazarın değebileceği düşünülen her yere takılmaktadır.
Merdivenin altından geçmek neden uğursuzluk sayılır?
Duvara dayanmış bir merdiven görürseniz altından geçmeyin etrafından dolanın. Çünkü o merdivenin tepesinde ya bir tamirci ya bir boyacı ya da camları silen biri olabilir. Yani başınıza bir çekiç su kovası boya kutusu
hatta bir adamın düşme olasılığı yüksektir. Merdiven altından geçmenin
uğursuzluk getireceği inancı gerçekten batıl inançlar içinde en azından
bir işe yarayan tek inançtır. Ancak inancın kökeninde pratikteki
faydası ile ilgili olmayan farklı şeyler yatmaktadır.
Duvara dayanan bir merdiven duvar ile arasında bir üçgen oluşturur. Bu
bir çok kültürde tanrıların kutsal üçgeni olarak bilinir. Örneğin
piramitlerin kenarlarının üçgen olması da bu inanca dayanır. Bir
üçgenin içinden geçmek de bir kutsal yere meydan okumak anlamına gelebilir.
Eski Mısırlılar için zaten merdivenin kendisi iyi şansın sembolü idi. Merdiven olmasaydı
Güneş Tanrısı Osiris'i karanlıkların ruhundaki hapis hayatından
kurtarmak mümkün olamayacaktı. Ayrıca merdiven tanrıların katına
tırmanmak için de şekil-sel bir semboldü. Günümüzde açılan bu antik
mezarlarda ölünün cennete tırmanması için yanına konulmuş bulunan
merdivenlere rastlanmaktadır.
Asırlar sonra birçok batıl inançta olduğu gibi Hıristiyanlık bu inancı
da Hz. İsa'nın ölüm şekline adapte etti. Çarmıha dayalı merdiven
kötülüğün hıyanetin ve ölümün sembolü oldu. İnsanlar merdivenin altından geçmekle bütün bu kötü geleceklerle karşılaşabileceklerine inandırıldılar.
17. yüzyılda İngiltere ve Fransa'da suçlular darağacına götürülmeden
önce bir merdivenin altından geçiriliyorlardı. Tabii yanında olanlar
merdivenin etrafından dolanıyordu.
Değişik kültürler bu uğursuzluğa karşı bazı panzehirler geliştirdiler.
Mesela bir merdivenin altından yanlışlıkla veya zorda kalarak geçen
kişiler için Romalıların panzehiri yumruktu. O kişiler orta yani en
uzun parmaklarını gerip diğer parmaklarını yumruk gibi yaparlar ve
geçtikten sonra merdivene doğru sallarlardı. Bizde
Türkiye'de böyle bir adet yoktur ama Amerikan filmlerinde
karşısındakine bu hareketi yaparak küfür veya hakaret edildiği sıkça
görülür. Bunun kökeni de işte bu Roma panzehiridir.
Neden tahtaya vuruyoruz?
Meşe ağacına insanların ruhani bir değer vermesi çok eskilere dayanır.
Ağacın yüksekliği ve sağlamlığı nedeni ile bazı güçlere sahip olduğuna
inanılıyordu. Tahtaya vurma inancı dünyanın apayrı iki yerinde
birbirinden bağımsız olarak gelişti. Önce milattan önce 2000'li
yıllarda Kuzey Amerika yerlilerinde sonra da Ege'de Helen uygarlığında.
Her iki kültür de meşe ağacına çok sık yıldırım düştüğünü gözlemlemişti. Amerika yerlileri meşenin Tanrının yıldırımla yeryüzüne inip üzerinde oturduğu yer olduğuna Helenler ise Yıldırım Tanrısı olduğuna inanmışlardı.
Kuzey Amerika yerlileri bu batıl inancı bir adım daha ileri götürdüler. Bu ağacın köküne vurarak
ileride başlarına gelebilecek tehlikelere ve şansızlıklara karşı Tanrı
ile temasa geçtiklerine inanıyorlar ve ondan kendilerini korumasını
istiyorlardı.
Ortaçağda ise Hıristiyan din adamları bu inancı kendi devirlerine
taşıdılar. Onlara göre bu inanışın temelinde Hz. İsa'nın tahta bir
çarmıhta öldürülmesi yatıyordu. Hatta Avrupa'nın her katedralinde
orijinal tahta haçın küçük bir parçasının bulunduğuna inanılıyordu. Bu
tahtaya vurmak ise "Tanrım dua ve isteklerimi gerçekleştir" anlamına
geliyordu.
Bu arada diğer kültürlerde inanıştaki tahta aynı kaldı ama cinsi biraz
değişti. Amerika yerlileri ve Helen medeniyetinin ağacı meşe iken Mısırlılar incir ağacını
Almanlar dişbudağı tercih ettiler. Hollandalılar ise ağacın cinsine
önem vermediler. Boyasız ve cilasız olması onlar için yeterliydi.
Amerikalıların tahtaya vurma inancının kökeni ne gariptir ki Amerikan
yerlilerine dayanmıyor. Romalılar devrinde Avrupa'da iyice yaygınlaşan
eski Helen inancının bir parçası olarak Amerikalılar tahtaya vuruyorlar.
Başımıza gelebilecek kötü şeyleri savuşturmak için tahtaya vurma inancı
hala devam ediyor ama uygulama alanı çok daraldı. Her taraf plastik ve
l*****t dolu. Si/ en iyisi yanınızda daima bir küçük tahta parçası
bulundurun. Meşe ağacından olursa daha da iyi olur!
Neden müzikten hoşlanıyoruz?
Müzik nedir? Düz biçimde konuşarak söylenebilecek bir şeyin değişik ses
dalgaları ile söylenmesinden niçin hoşlanırız? Müzik niçin keyif veya
tam aksi hüzün duygusu verebiliyor?
Müzik aslında ses dalgalarının belirli kurallar içinde bir düzene sokulmasıdır. Bilindiği gibi ses dalgalar halinde yayılır. Bir saniye içindeki dalga sayısı sesin karakterini tespit eder. Saniyede 260 dalga yapan yani titreşen ses 'Do' notasıdır.
Bu şekilde 7 temel nota oluşur. Do-Re-Mi-Fa-Sol-La-Si. Son notadan sonra Do'nün titreşim sayısının bir katı kadar titreşimde daha ince bir Do gelir ki bu iki Do arasına bir oktav denir. İşte bu oktav gam akort denilen matematiksel diziler bir çeşit dizilerek müzik oluşturulur. Ancak tüm bunlar bize bu matematiksel diziden bihaber Afrika yerlilerinin dağ başındaki çobanın enfes müziğini açıklayamaz.
Aslında kültürün müzik ve bundan alınan zevk üzerinde doğrudan ilgisi
vardır. Doğu müziğinde yukarıda belirtilen matematik dizilerdeki
perdelerin arasında karışık gezinilme Afrika'da baş döndürücü ritimler Avrupa'da ise notaların ideal düzeni öne çıkar. Ancak bunlar da değişik müzik türlerine ilgi duyan bizlerin ve müziğin hoşlanılma nedenini açıklamaya yetmez.
Müzik ve dil yetenekleri birçok yönden birbirine benzemektedir. Bilimciler insanların müzik yeteneği kazanmalarının
konuşmaya başlamaları ile aynı zamanlara denk düştüğünü ileri
sürüyorlar. Konuşma yeteneği şüphesiz daha iyi bir iletişim veyaşama
şansı avantajını getirmiştir ama müziğin hangi ihtiyacı karşıladığı
hala meçhul.
Bebekler anlamlı kelimelere benzer sesler çıkarmaya başlarken aynı
zamanda şarkı söyler gibi mırıldanmaya da başlarlar. Uzun ve karışık
cümleler kurmayı becerdikçe
daha uzun ve karışık şarkıları söyleme yetenekleri de artar. Ancak
beynin konuşmaya kumanda eden kısmında hasar olan hastaların
konuşamamala-nna rağmen müzik yeteneklerinin devam ettiği de
görülmüştür.
Son zamanlarda beynimizde müziği algılayan bir alıcı bulunabileceği tezi ileri sürülmektedir. Eğer bir gün bu alıcı bulunsa bile bunun niçin beynimize konulduğunun sebebi yine anlaşıla-mayacaktır.
Öğretilme yoluyla bir çeşit dans yapabilen veya dans olarak algılanamayacak hareketleri olan canlıları saymazsak doğada müzik ve ritim duygusu sadece insanda vardır. Bu özelliğin nedeni ise hala tam olarak açıklanamıyor.
Ayların günleri neden 28 30 31 gibi farklı?
Romalılar milattan 758 yıl önce 10 aylık takvim uygulamasına başladılar. Bu ilk orijinal Roma takviminde aylar gündüz ve gecenin eşit olduğu binlerce yıldır hayatın başlangıç zamanı olarak kabul edilen Mart ayından başlamak üzere Martius (Mart) Aprilis (Nisan) Maius (Mayıs) Junius (Haziran) Quin-tilis (Temmuz) Sextilis (Ağustos) September (Eylül) October (Ekim) November (Kasım) ve December (Aralık) idi.
Bu ay adlarından Quintilis'den (Temmuz) December'a (Aralık) kadar olanlar 5 6 7 8 9 ve 10 rakamlarının Roma'lı-larca telaffuz ediliş şekliydi yani Mart başlangıçlı takvime göre bu aylar yılın 5'inci 6'ncı 7'nci 8'inci 9'uncu ve 10'uncu aylarıydılar. Bu 10 aylık takvim geride hesaba katılmamış daha 60 gün bırakıyordu.
35
Yedek olarak bırakılan bu 60 gün sorun yaratınca Janarius (Ocak) ve Februarius (Şubat) adları ile iki ay daha eklenerek takvim tamamlandı. Yani yılın ilk ayı Martius (Mart) son ayı ise Februarius (Şubat) oldu.
Asırlar sonra milattan 46 yıl önce Roma İmparatoru Julius Caesar (Sezar) muhtemelen politik sebeplerden takvimde bazı değişiklikler yaptı. On bir ayı 30 ve 31 gün olarak iki şekilde düzenledi yılın son ayı olan Şubat'a 29 gün verdi
her dört senede bir Şubat'a bir gün ilavesini kabul etti. Ancak sonra
nedendir bilinmez Janairus'u (Ocak) yılın ilk ayı olarak ilan etti.
Böyle olunca da her 4 yılda bir eklenecek bir günün yeni durumda yılın ikinci ayı konumuna gelmesine rağmen Februarius'a (Şubat) eklenilmesine devam edildi.
Julius Caesar'in beklenmeyen ölümünden (Sen de mi Brütüs olayı!) sonra Romalılar bu çok sevdikleri imparatorlarının anısına Quintilis (Temmuz) ayının ismini July olarak değiştirdiler.
Ondan sora tahta çıkanlardan Augustus kendi şerefine Sex-tilis (Ağustos) ayının adını kendi ismi ile değiştirerek bu aya August adını verdi. Ama ortaya başka bir sorun çıkmıştı. Sezar'm ayı 31 gün
Augustus'un ayı ise 30 gün çekiyordu. Sorunu yine imparatorun kendisi
çözdü ve zaten 29 gün olan Şu-bat'tan bir gün daha alarak Ağutos'a
ekleyiverdi. Böylece iki ay da eşitlenmiş oldu.
îşte size takvimin niçin 12 ay olduğunun ayların isimlerinin nasıl konduğunun ve niçin farklı sayıda günlerden meydana geldiklerinin dört sene sonra eklenecek artık günün niçin yılın sonuncu değil de alakasız bir şekilde ikinci ayına eklendiğinin küçük bir hikayesi.
Özellikle ortaçağda takvimler üzerinde o kadar oynanmıştır ki yapılan bilimsel hesaplamalara göre İsa'nın bugün kabul edilen Milattan yani İsa'nın doğumundan yaklaşık 6 yıl önce doğduğu 36 yıl yaşayıp Milattan sonra 30 yılında öldüğü ileri sürülmektedir.
Bozuk paraların kenarları neden tırtıllıdır?
Özellikle kağıt para devrinden önce alışverişte kullanılan paralar altın ve gümüş içeriyorlardı. Her devirde olduğu gibi o devirde de bulunan bazı düzenbazlar bu paraları kenarlarından kazıyarak çok az miktarda da olsa bu değerli madenleri biriktiriyor parayı da tekrar kullanabiliyorlardı.
O devirlerde tüccarlar parayı tartıyorlar ve ağırlığı eksikse kabul etmiyorlardı. Tabii para da elinizde kalıyordu. Antik para kataloglarında dikkat ederseniz paraların büyük bir kısmının tam yuvarlak olmadığını görürsünüz.
Bu sorunu çözmek ve halkı eksik paraya karşı korumak için bozuk
paraların kenarları tırtıllı yapılmaya başlandı. Bu tırtıllar sayesinde
paranın kenarının kazındığı hemen belli oluyordu ve kenarı kazınmış
parayı kimse almıyordu.
Bu adet günümüze kadar devam etti. Artık içinde değerli bir maden bulunmamasına rağmen bozuk paralarımızın kenarlarında ya tırtıl ya da bir yazı vardır.
Günümüzde madeni paralar 'bozukluk' veya 'ufaklık' adı altında sadece
küsuratları ödemede kullanılıyor. Bozuk paralar da para olma
niteliklerini kanundan almalarına rağmen kullanılmalarında bazı sınırlamalar vardır.
Gerek kağıt gerekse madeni para olsun her ikisiyle de yapılan ödemeleri kabul etmemek mümkün değildir. Buna 'Kanuni Tedavül Mecburiyeti' denilir ki kağıt paralarda bu mecburiyet sınırsızdır. Ödenen miktar ne kadar büyük olursa olsun bunu karşı taraf kabul etmek mecburiyetindedir.
Madeni paraların ise mecburiyeti sınırlıdır. En çok üzerlerinde yazan
değerin 50 katını tamamen bozuk para ile ödeyebilirsiniz. Örneğin 50
bin liralıklarla 25
milyona kadar ödemelerinizi yapabilirsiniz ama daha fazlasını da bozuk
para ile ödeme isteğinizi karşı taraf kabul etmeyebilir.
Kağıt paraların Merkez Bankası tarafından basıldığı bilinir de
madeni paraları Maliye Bakanlığı'nın çıkardığı pek bilinmez. Madeni
paraların toplam para stoku içindeki oranı da yaklaşık yüzde l
civarındadır.
Hiç dikkat ettiniz mi? İnsan yüzleri kağıt paralarda önden madeni paralarda ise yandandır. Madeni paralarda yer çok küçük olduğundan kabartma tekniği ile bir yüzün tam detayını vermek mümkün olamamaktadır. Yandan bir profil kişiyi daha iyi tanınır kılmaktadır.
Sirk çadırları neden daima daire biçimindedir?
18. yüzyıla gelinceye kadar cambazlık ateş yutma vb. gösteriler sokaklarda halka saraylarda ise asillere yapıyordu.
Philip Astley bugünkü modern sirklerin kurucusu kabul edilir. 1763 yılında kurduğu sirkinde ana gösteri ata binilerek yapılanlardı. Astley atlar bir daire etrafında döndüklerinde binicilerin at üzerinde daha rahat ayakta durduklarını bildiğinden sirk çadırını ve gösteri yerini bir daire oluşturacak şekilde düzenledi ve atların gösteri sırasında daima daire biçiminde dönmelerini sağladı.
Bir başka sirk sahibi Antonio Franconi'de dairenin en uygun çapının yaklaşık 13 metre olduğunu saptadı ki bu mesafe bugün bile kullanılan ölçüdür.
Son bir not olarak İngilizce'si 'circus' olan sirk kelimesinin Latince'de daire anlamına gelen 'circle'dan türediğini de belirtmeden geçmeyelim.
Neden kurşunkalemlerin çoğu altıgen ve sarı renkte?
Esasında en kolay üretim biçimi kare kesitli kurşun kalemdir ama
yazarken elde tutulması pek kolay değildir. Yuvarlak kalemlerin elde
tutulması kolaydır ama üretimi pahalıdır. Altıgen kesitli kalemler ise
orta yoldur. Yuvarlak kesitli kalemler kadar kullanılması kolay ve
üretimi daha ucuzdur.
Sekiz yuvarlak kurşunkalem için harcanan ağaçtan dokuz altıgen kesitli kalem yapılabilir ve üretim safhası bir kademe daha kısadır.
Tabii ki
alıcılar için üretim maliyetlerinin pek önemi yoktur. Altıgen kesitli
kurşunkalemlerin öbürlerine göre hala on bir kat daha fazla tercih
edilmelerinin sebebi belki de konulduğu masada yuvarlanıp aşağıya düşmemeleridir.
Kurşunkalemlerin dışının sarıya boyanarak satışı 1854 yılına dayanır.
Ancak 1890 yılına kadar bu rengi kullanmak çok önemsenecek bir faktör
değildi.
1890 yılında Avusturya'da L&C Hardtmuth Co. isimli şirket öyle bir kurşun kalem üretti ki diğer üreticiler de bu kaliteyi yakalamak zorunda kaldılar.
Bu kurşunkaleme meşhur Hindistan elması olan 'Koh-I-Mo-or' adı
verilmişti ve altın sarısına boyanmıştı. Ayrıca içindeki siyah renkli
kurşun ucuyla birlikte Avusturya-Macaristan imparatorluğunun bayrağını
oluşturuyordu.
Bu kurşunkalem o kadar beğenildi ve o kadar başarılı oldu ki
sarı renk kurşunkalemdeki kalitenin bir simgesi olarak kaldı. Diğer
kurşunkalem üreticileri de bu başarıdan pay alabilmek için ürünlerini
piyasaya sarı renkte sürmeye başladılar. Bugün hala piyasada olan dört
kurşunkalemden üçü sarı renktedir.
Kurşunkalemlerin içinde kesinlikle kurşun yoktur. Ana madde olarak kullanılan grafit 40 değişik malzeme ile karıştırılarak
yüksek sıcaklıkta çok ince çubuklar haline gelene kadar preslenir.
Zaten kurşun çok zehirli bir elementtir. Kurşunkalem denilmesinin
sebebi 16. yüzyılda grafiti bulan İngiliz bilimcinin onu bir çeşit
kurşun elementi sanmasıdır. Ancak 200 yıl sonra grafitin bir çeşit
karbon olduğu anlaşıldı.
Buz neden kaygandır?
Evde cilalı parke üzerinde çorapla yürürken düşme olasılığınız halıya oranla çok daha fazladır. Çünkü halı ile ayağımız arasında
cilalı parkeye nazaran daha çok sürtünme ve daha fazla temas vardır.
Buzlu bir yüzeyin üzerinde ayağımızın kaymasını benzer bir sebebe
dayandırabiliriz ancak buz pateni yapanlar pütürlü buz yüzeyinde düz bir buz yüzeyinden çok daha fazla bir hızla kayarlar.
Buz sanıldığı gibi düzgün bir yüzey olduğu için kaygan değildir. Olay
buz pateninin çok küçük yüzeyinin buza basınç yapması dolayısıyla o
noktadaki buzun erimesi ve oluşan bu ince su tabakası üzerinde patenin
hareket etmesidir.
İnsan ayağının boyunun ortalama 25 santimetre eninin ise 10 santimetre olduğunu kabul edelim. Ortalama insan ağırlığı olan 75 kg. iki ayakla 500 santimetrekare yere bastığında her santimetrekareye 015 kg. ağırlık biner. Topuklu ayakkabı giyen kadınlarda yere basılan alan o kadar küçülür ve basınç o kadar artar ki kadınların topuklu ayakkabı izi sıcak asfaltta kalır hatta bu basınç nerede ise filinki ile aynıdır.
Ucu neredeyse bıçak gibi olan patenlerin buza değen alanı o kadar küçüktür ki erime ısısını l derece azaltmak için 130 kg/cm2 gereken buz yüzeyini derhal eritir.
Buz pütürlü olunca paten sadece buzun pütürünün çıkıntılarına basar böylece temas yüzeyi iyice küçülür ve basınç artar ve buz daha kolay eriyerek paten buz ile arasında oluşan ince su tabakası üzerinde rahatça kayar.
Bu arada buzun bir başka şaşırtıcı özelliğine de değinmeden
geçemeyeceğiz. Dişimiz ağrıdığında elimizin üzerine konulan buz bu diş
ağrısının azalmasına yardımcı olur.
Vücudumuzun herhangi bir yerinde bir ağrı oluştuğunda uyarıcı sinirler buradan orta beyine ağrı sinyalleri gönderirler.
Bu sayede beyin tarafından uyarılarak vücudun doğal ağrı kesicileri olan 'endorfin' ve 'enkefolin' salgılanır.
Bu salgıların kaynağa gidebilmesi için sinir sisteminin diğer bölümlerine
ağrı algılarının geçtiği diğer kapıları 'kapat' sinyali gönderilir. El
üzerinden gelen ağrı sinyallerinden dolayı salgılanan doğal ağrı
kesiciler sonucu yüz sinirlerinden gelen ağrı kapıları beyinde
kapanmaktadır.
Diş ağrılarında vücudun başka bir yerinde değil de el üstüne buz konulmasının nedeni bu olup
bu noktaya akapuntur uygulanmasıyla da benzer sonuca ulaşılmaktadır.
Baş parmakla işaret parmağı arasındaki bu noktaya HO-KU noktası
denilmektedir.
Saatler neden ileri-geri alınır?
Birinci Dünya Savaşı süresince birçok ülke saatlerini yılın belli
aylarında yeniden ayarlamaya başladı. Bunun amacı günün aydınlık
saatlerini insanların uyanık oldukları zamana uydurmak dolayısıyla evlerde ve sokaklarda yanan lambalar için gerekli enerjiden tasarruf sağlamaktı.
Bugün de aynı uygulamaya devam edilmekte Nisan ayının ilk pazar gününde saatler bir saat ileri Ekim ayının son pazar gününde ise bir saat geri alınmaktadır. Diğer bir deyişle ilkbaharda size kaybettirilen bir saat sonbaharda geri verilmektedir.
ABD'de kış aylarında standart zaman
yazlan ise gün ışığından tasarruf zamanı uygulaması kongre kararı
olarak kabul edilmiş olmasına rağmen bazı eyaletler bu uygulamayı
reddetmiştir. Bu eyaletlerde halen yaz-kış standart zaman uygulaması
devam etmektedir.
Yaz günlerinde gün ışığı
yani aydınlık saatler çok daha uzun olmasına rağmen hala tasarruf için
saatlerin niçin bir saat ileriye alındığı çoğunlukla anlaşılmaz. Bunun
en kısa açıklaması 'gece zamanını da gündüze katmaktır' ama bizler
zaten karanlık
olan saat 24:00'de değil de 23:00'de yatmamızın ülkemize ne kazandıracağım genellikle anlayamayız.
Saatleri ileri almanın kış mevsimi ile alakası yoktur. Kış aylarında
standart zaman uygulanır. Ancak yaz günlerinde çok uzun aydınlık geçen
bir zaman süresi vardır. Amaç bu sürenin başlangıcını ileri kaydırarak akşam olma süresini bir saat uzatmaktır.
Yaz günleri hava çok erken aydınlanır. Eğer çiftçi değilseniz saat
05:00'de uyanmanıza gerek yoktur. Ancak gün ışığından tasarrufa gerek
duymayarak saatlerimizi ileri almasaydık bakın
ne olurdu?
Dünyada güneşin 21 Haziranda 04:43'de doğduğu bir yer seçelim. Siz
burada yaşıyorsunuz ve saat sekizde işte olmak için saat altıyı çeyrek
geçe yataktan kalkmak zorundasınız. Bu seçtiğimiz yerde güneş ufukla 6
derece açı yaptığında
standart saat ile saat 05:11 civarlarında etraf tamamen aydınlanır. Bu
durumda ileri alınmış saatler 06:15'I gösterir yani gerçekte siz işe
bir saat erken gitmiş olursunuz ama ışığı yakmadan saate bakar tıraş olup kahvaltı yapabilirsiniz.
Akşamları ise her zaman 24:00'de yatmaya vücudunu alıştırmış bir insan bir saat önce yatmak zorunda kalmış olur ama hava kararınca gece evde ve sokakta lambaların yanma süresi
bir saat kısalmış olur.
Gün ışığından tasarrufun sanayinin kullandığı elektrikle alakası yoktur. Onlar gece de gündüz de olsa zaten aynı elektrik enerjisini harcarlar..
13 sayısının uğursuz olduğuna ilişkin inanç dünyada o kadar yaygındır ki yaşamı birçok yönde ciddi olarak etkilemektedir. Bazı ülkelerde evlerin kapılarına 13 numarası verilmez uçaklarda 13. koltuk sırası yoktur apartmanlarda
otellerde 13. kat ya 1 2 A' dır ya da 1 4 'tür. 13 numaralı oda yoktur.
Olsa bile insanlar o odada kalmak istemezler. Hatta ayın 1 3 'ünde işe
gelmeme uçak ve tren rezervasyonlarının iptali
alışverişin düşmesi ve benzeri davranışların ABD 'ye günde milyonlarca
dolara mal olduğu söylenmektedir. Bu inanç bir fobi yani bir çeşit
korku hastalığı olarak kabul edilmiş olup adı 'triskaidekaphobia'dır.
Genel olarak bu inancın Hz. İsa'nın meşhur son yemeğindeki havarilerin sayısından kaynaklandığı sanılsa da kökü çok daha eskilere mitolojik tanrıların yaşadığına inanılan çağlara İskandinavya topraklarına kadar gider.
O zamanlarda ışık ve güzellik tanrısı Balder bir ziyafet verir. Balder
Vikking'lerin meşhur tanrısı Odin ile Frigga'nın oğulları olup ay kraliçesi Nanna'mn da eşidir. Bu ziyafete 12 kişi davetli iken yalanların ve hilelerin tanrısı Loki davetli olmadığı halde zorla 13. kişi olarak katılmak ister. Ancak bu arada çıkan tartışmada Loki diğer tanrılar tarafından da çok sevilen Balder'i öldürür.
Bu mitolojik hikaye ve inanış İskandinavya'dan Avrupa'nın güneyine
kadar yayılır. Hıristiyan din adamları bu halk masalını kullanırlar ve
Hz. İsa'nın son yemeğine uygularlar. Hıristiyan versiyonunda Balder'in
yerini Hz. İsa
Loki'nin yerini de hain Judas alır. Bu yemekten sonra 24 saat içinde de
Hz. İsa çarmıha gerilerek öldürülür. Bu nedenle Hıristiyanlarda akşam
yemeğinde 13 kişi bir araya gelirse bunlardan birinin başına bir
felaket geleceğine inanılır.
Bu inanışlara göre 13 sayısı uğursuzdur ama ayın cumaya rastlayan 13.
günü hepten uğursuzdur. Ancak böyle bir günde doğmuşsanız tam tersi yani 13 sizin uğurlu gününüzdür.
Cuma gününün uğursuz sayılmasına Havva anamızın Adem babamıza elmayı
(bence "ayva"yı!) cuma günü yedirtip cennetten kovulmasına sebep olması Hz. Nuh zamanındaki büyük selin cuma günü olması
Hz. İsa'nın cuma günü çarmıha gerilmesi gibi olaylardan biri veya hepsi
neden olmuş olabilir. Müslümanlar ise Hz. Adem'in cuma günü
yaratıldığına inandıklarından bu güne diğer günlerden daha çok değer
verirler.
13 sayısının uğursuzluğuna duyulan inancın kökeninde bir yıl içinde
ayın 13 kez dolunay olarak gözükmesinin yattığını söyleyenler de vardır.
Ayna kırılması neden uğursuzluk getirir?
Ayna kırılmasının uğursuzluk getireceğine olan inanış en eski batıl inançlardan biridir. Kökeni ilk aynanın yapılışından yüzyıllar öncesine hatta ilk çağ insanına kadar gider. Göllerde veya su birikintilerinde kendi aksini gören ilkel insan şaşırmış bunun kendisinin ruhu olduğunu sanmış suyu bulandırıp görüntüsünün kaybolmasına neden olanları da düşman bilmiştir.
İlk aynaların kullanılışı eski Mısır devirlerine rastlar. Bunlar pirinç bronz
gümüş hatta altın gibi metallerden yapılmış ve çok iyi parlatılmış
yüzeylerdi ve de tabii ki kırılmaları mümkün değildi. Bu devirde de bu
parlak yüzeylerden yansıyan görüntünün o insanın ruhunun bir yansıması
olduğuna inanılıyordu. Sonraları buna vampirlerin ruhları olmadığından
bu parlak yüzeylerde görüntülerinin de yansımadığı inancı ilave edildi.
Cam kapların yapılmaya başlanılmasından sonra da
içindeki sudan yansıyan görüntünün ruhun bir yansıması olduğu inancı
devam etti ama camlar kırılabiliyordu ve o zaman da içinde bulunan
ruhun bir parçası vücudu terk ediyordu.
Birinci yüzyılda Romalılar bu uğursuzluğun süresini 7 yıla çıkardılar.
Romalılar hayatın her yedi senede bir kendini yenilediğine
inanıyorlardı. Camın kırılması sonucu ruh ve dolayısıyla insanın
sağlığı tahrip olduğundan vücudun kendini yenileyerek sağlığına kavuşması için yedi yıl geçmesi gerekiyordu.
Bu batıl inanç 15. yüzyılda İtalya'da Venedik şehrinde arkası gümüş kaplı
çok kolay kırılabilir ve pahalı ilk aynaların yapılması ile birlikte
iyice gelişti. İnanç biraz da ekonomik boyut kazanmıştı. Aynayı
taşıyanlar evlerde aynaları temizleyen hizmetkarlar aynaları kırmaları halinde yedi yıl boyunca ölümden daha beter felaketlerle karşılaşabilecekleri hususunda uyanlıyorlardı.
Bu inançla beraber geliştirilen bazı önlemler de oldu tabii. Örneğin:
aynanın kınlan parçaları toplanır ve güneye doğru akan bir ırmakta
yıkanırsa veya toprağa gömülürse kötü şans yok edilmiş olur. Ancak
kırılan parçaları alıp evden çıkarken içlerine bakmamak gerekir. Yatak
odalarındaki aynaların üzerleri kullanılmadığı zamanlarda örtülmelidir
ki ruh içinde kalmasın. Ölen bir insanın evindeki aynaların da üzerleri
örtülmelidir ki ruh gökyüzüne doğru olan yolculuğunda bir engelle
karşılaşmasın.
17. yüzyılın ortalarında İngiltere ve Fransa'da ucuz maliyetli aynalar
üretilmeye başlanıldı ama batıl inanç o kadar yerleşmişti ki günümüzün modern dünyasında bile hala devam ediyor.
Nazar değmesi nasıl oluyor?
Bizde "nazar değmesi" adı verilen inanç diğer lisanlarda "şeytan göz" veya "şeytan bakışı" olarak adlandırılır. Bebeğine yeni elbiseler giydiren bir anne
çarşıya gidip alışveriş yapar. Bu arada bir başka kadın gelir ve bebeği
sever. Eve gittiklerinde bebek ishal olur. İşte anneye göre bebeğine o
kadının nazarı değmiştir. Dikkat ederseniz burada bebeği seven kadının
art niyeti yoktur. Zaten nazarı değen kişinin genellikle kötülüğü değil kıskançlığı ve çekemezliğidir söz konusu olan.
Noel Baba ve benzeri batıl inançlar çocuklukta kuvvetli olup yaş ilerledikçe azalırken nazar değme inancı bunun tam tersidir. Nazar inancının ardındaki güç
bakışın ruhla bütünleşmesidir. Bakış konuşmaya göre daha etkilidir.
İnsana tam odaklanır ve daha duygusaldır. Birçoğumuz arkamız dönük
olduğumuz halde kalabalık içinden birinin bize baktığım hissetmişizdir.
Nazar değmesi ile ilgili olarak en çok kabul gören görüş gözdeki yansımadır. Eğer karşınızdaki birinin gözlerine dikkatle bakarsanız gözlerinde kendi görüntünüzün yansıdığını görürsünüz. Eski insanlar sudan
aynadan yansıyan görüntülerinin kendi ruhları olduğuna inanıyorlardı.
Karşılarındaki insanın gözleri içinde kendi küçük görüntülerini görünce
tehlikede olduklarını ruhlarının karşısındakinin gözleri içinde hapsolduğu-nu sanıyorlardı.
Bu korkunun dünya çapında genel bir inanca dönüşmesinin
şimdi Irak'ın bulunduğu topraklarda yaşamış eski Sümerlerden
kaynaklandığı sanılıyor. Sümerlerin inançlarına göre bazı insanlar
bakarak suları kurutabilir ve bu nedenle ölüme sebep olabilirlerdi.
Sonradan bu inanç bir bakışla yaşayan şeyleri de kurulabilme yönünde
gelişti. Örneğin nazar değen çocukların ishal olup vücutlarının sıvı kaybetmesi annelerin ve süt veren hayvanların sütlerinin kuruması meyve ağaçlarının kuruması ve erkeklerin iktidarsız kalmaları vb. Görüldüğü gibi bunların hepsinde de sıvı kaybı ve kuruma vardır.
Bu inanç doğuda Hindistan'a batıda Portekiz ve İngiltere'ye kuzeyde İskandinavya'ya kadar yayıldı. Böylesi bir inanca sahip olmayan Amerika Asya Afrika ve Avustralya'ya ise kaşifler denizciler ve göçmenler tarafından taşındı. Ama günümüzde hala Çin Kore Güneydoğu Asya Avustralya ve Amerika yerlilerinde Afrika'da sahranın güneyinde Böyle bir batıl inanç yoktur.
Doğu Akdeniz ve Ege kıyılarında bu inanca
mavi gözlü insanların daha fazla nazarlarının değdiği inancı da ilave
edilmiştir. Bu yörelerde mavi gözlü insanların azlığı bunun sebebi
sanılıyor. Bu nedenle buralarda nazarı geri itmek veya ayna gibi
yansıtmak için mavi göz şeklinde camdan yapılan nazarlıklar başta bebekler olmak üzere nazarın değebileceği düşünülen her yere takılmaktadır.
Merdivenin altından geçmek neden uğursuzluk sayılır?
Duvara dayanmış bir merdiven görürseniz altından geçmeyin etrafından dolanın. Çünkü o merdivenin tepesinde ya bir tamirci ya bir boyacı ya da camları silen biri olabilir. Yani başınıza bir çekiç su kovası boya kutusu
hatta bir adamın düşme olasılığı yüksektir. Merdiven altından geçmenin
uğursuzluk getireceği inancı gerçekten batıl inançlar içinde en azından
bir işe yarayan tek inançtır. Ancak inancın kökeninde pratikteki
faydası ile ilgili olmayan farklı şeyler yatmaktadır.
Duvara dayanan bir merdiven duvar ile arasında bir üçgen oluşturur. Bu
bir çok kültürde tanrıların kutsal üçgeni olarak bilinir. Örneğin
piramitlerin kenarlarının üçgen olması da bu inanca dayanır. Bir
üçgenin içinden geçmek de bir kutsal yere meydan okumak anlamına gelebilir.
Eski Mısırlılar için zaten merdivenin kendisi iyi şansın sembolü idi. Merdiven olmasaydı
Güneş Tanrısı Osiris'i karanlıkların ruhundaki hapis hayatından
kurtarmak mümkün olamayacaktı. Ayrıca merdiven tanrıların katına
tırmanmak için de şekil-sel bir semboldü. Günümüzde açılan bu antik
mezarlarda ölünün cennete tırmanması için yanına konulmuş bulunan
merdivenlere rastlanmaktadır.
Asırlar sonra birçok batıl inançta olduğu gibi Hıristiyanlık bu inancı
da Hz. İsa'nın ölüm şekline adapte etti. Çarmıha dayalı merdiven
kötülüğün hıyanetin ve ölümün sembolü oldu. İnsanlar merdivenin altından geçmekle bütün bu kötü geleceklerle karşılaşabileceklerine inandırıldılar.
17. yüzyılda İngiltere ve Fransa'da suçlular darağacına götürülmeden
önce bir merdivenin altından geçiriliyorlardı. Tabii yanında olanlar
merdivenin etrafından dolanıyordu.
Değişik kültürler bu uğursuzluğa karşı bazı panzehirler geliştirdiler.
Mesela bir merdivenin altından yanlışlıkla veya zorda kalarak geçen
kişiler için Romalıların panzehiri yumruktu. O kişiler orta yani en
uzun parmaklarını gerip diğer parmaklarını yumruk gibi yaparlar ve
geçtikten sonra merdivene doğru sallarlardı. Bizde
Türkiye'de böyle bir adet yoktur ama Amerikan filmlerinde
karşısındakine bu hareketi yaparak küfür veya hakaret edildiği sıkça
görülür. Bunun kökeni de işte bu Roma panzehiridir.
Neden tahtaya vuruyoruz?
Meşe ağacına insanların ruhani bir değer vermesi çok eskilere dayanır.
Ağacın yüksekliği ve sağlamlığı nedeni ile bazı güçlere sahip olduğuna
inanılıyordu. Tahtaya vurma inancı dünyanın apayrı iki yerinde
birbirinden bağımsız olarak gelişti. Önce milattan önce 2000'li
yıllarda Kuzey Amerika yerlilerinde sonra da Ege'de Helen uygarlığında.
Her iki kültür de meşe ağacına çok sık yıldırım düştüğünü gözlemlemişti. Amerika yerlileri meşenin Tanrının yıldırımla yeryüzüne inip üzerinde oturduğu yer olduğuna Helenler ise Yıldırım Tanrısı olduğuna inanmışlardı.
Kuzey Amerika yerlileri bu batıl inancı bir adım daha ileri götürdüler. Bu ağacın köküne vurarak
ileride başlarına gelebilecek tehlikelere ve şansızlıklara karşı Tanrı
ile temasa geçtiklerine inanıyorlar ve ondan kendilerini korumasını
istiyorlardı.
Ortaçağda ise Hıristiyan din adamları bu inancı kendi devirlerine
taşıdılar. Onlara göre bu inanışın temelinde Hz. İsa'nın tahta bir
çarmıhta öldürülmesi yatıyordu. Hatta Avrupa'nın her katedralinde
orijinal tahta haçın küçük bir parçasının bulunduğuna inanılıyordu. Bu
tahtaya vurmak ise "Tanrım dua ve isteklerimi gerçekleştir" anlamına
geliyordu.
Bu arada diğer kültürlerde inanıştaki tahta aynı kaldı ama cinsi biraz
değişti. Amerika yerlileri ve Helen medeniyetinin ağacı meşe iken Mısırlılar incir ağacını
Almanlar dişbudağı tercih ettiler. Hollandalılar ise ağacın cinsine
önem vermediler. Boyasız ve cilasız olması onlar için yeterliydi.
Amerikalıların tahtaya vurma inancının kökeni ne gariptir ki Amerikan
yerlilerine dayanmıyor. Romalılar devrinde Avrupa'da iyice yaygınlaşan
eski Helen inancının bir parçası olarak Amerikalılar tahtaya vuruyorlar.
Başımıza gelebilecek kötü şeyleri savuşturmak için tahtaya vurma inancı
hala devam ediyor ama uygulama alanı çok daraldı. Her taraf plastik ve
l*****t dolu. Si/ en iyisi yanınızda daima bir küçük tahta parçası
bulundurun. Meşe ağacından olursa daha da iyi olur!
Neden müzikten hoşlanıyoruz?
Müzik nedir? Düz biçimde konuşarak söylenebilecek bir şeyin değişik ses
dalgaları ile söylenmesinden niçin hoşlanırız? Müzik niçin keyif veya
tam aksi hüzün duygusu verebiliyor?
Müzik aslında ses dalgalarının belirli kurallar içinde bir düzene sokulmasıdır. Bilindiği gibi ses dalgalar halinde yayılır. Bir saniye içindeki dalga sayısı sesin karakterini tespit eder. Saniyede 260 dalga yapan yani titreşen ses 'Do' notasıdır.
Bu şekilde 7 temel nota oluşur. Do-Re-Mi-Fa-Sol-La-Si. Son notadan sonra Do'nün titreşim sayısının bir katı kadar titreşimde daha ince bir Do gelir ki bu iki Do arasına bir oktav denir. İşte bu oktav gam akort denilen matematiksel diziler bir çeşit dizilerek müzik oluşturulur. Ancak tüm bunlar bize bu matematiksel diziden bihaber Afrika yerlilerinin dağ başındaki çobanın enfes müziğini açıklayamaz.
Aslında kültürün müzik ve bundan alınan zevk üzerinde doğrudan ilgisi
vardır. Doğu müziğinde yukarıda belirtilen matematik dizilerdeki
perdelerin arasında karışık gezinilme Afrika'da baş döndürücü ritimler Avrupa'da ise notaların ideal düzeni öne çıkar. Ancak bunlar da değişik müzik türlerine ilgi duyan bizlerin ve müziğin hoşlanılma nedenini açıklamaya yetmez.
Müzik ve dil yetenekleri birçok yönden birbirine benzemektedir. Bilimciler insanların müzik yeteneği kazanmalarının
konuşmaya başlamaları ile aynı zamanlara denk düştüğünü ileri
sürüyorlar. Konuşma yeteneği şüphesiz daha iyi bir iletişim veyaşama
şansı avantajını getirmiştir ama müziğin hangi ihtiyacı karşıladığı
hala meçhul.
Bebekler anlamlı kelimelere benzer sesler çıkarmaya başlarken aynı
zamanda şarkı söyler gibi mırıldanmaya da başlarlar. Uzun ve karışık
cümleler kurmayı becerdikçe
daha uzun ve karışık şarkıları söyleme yetenekleri de artar. Ancak
beynin konuşmaya kumanda eden kısmında hasar olan hastaların
konuşamamala-nna rağmen müzik yeteneklerinin devam ettiği de
görülmüştür.
Son zamanlarda beynimizde müziği algılayan bir alıcı bulunabileceği tezi ileri sürülmektedir. Eğer bir gün bu alıcı bulunsa bile bunun niçin beynimize konulduğunun sebebi yine anlaşıla-mayacaktır.
Öğretilme yoluyla bir çeşit dans yapabilen veya dans olarak algılanamayacak hareketleri olan canlıları saymazsak doğada müzik ve ritim duygusu sadece insanda vardır. Bu özelliğin nedeni ise hala tam olarak açıklanamıyor.
Ayların günleri neden 28 30 31 gibi farklı?
Romalılar milattan 758 yıl önce 10 aylık takvim uygulamasına başladılar. Bu ilk orijinal Roma takviminde aylar gündüz ve gecenin eşit olduğu binlerce yıldır hayatın başlangıç zamanı olarak kabul edilen Mart ayından başlamak üzere Martius (Mart) Aprilis (Nisan) Maius (Mayıs) Junius (Haziran) Quin-tilis (Temmuz) Sextilis (Ağustos) September (Eylül) October (Ekim) November (Kasım) ve December (Aralık) idi.
Bu ay adlarından Quintilis'den (Temmuz) December'a (Aralık) kadar olanlar 5 6 7 8 9 ve 10 rakamlarının Roma'lı-larca telaffuz ediliş şekliydi yani Mart başlangıçlı takvime göre bu aylar yılın 5'inci 6'ncı 7'nci 8'inci 9'uncu ve 10'uncu aylarıydılar. Bu 10 aylık takvim geride hesaba katılmamış daha 60 gün bırakıyordu.
35
Yedek olarak bırakılan bu 60 gün sorun yaratınca Janarius (Ocak) ve Februarius (Şubat) adları ile iki ay daha eklenerek takvim tamamlandı. Yani yılın ilk ayı Martius (Mart) son ayı ise Februarius (Şubat) oldu.
Asırlar sonra milattan 46 yıl önce Roma İmparatoru Julius Caesar (Sezar) muhtemelen politik sebeplerden takvimde bazı değişiklikler yaptı. On bir ayı 30 ve 31 gün olarak iki şekilde düzenledi yılın son ayı olan Şubat'a 29 gün verdi
her dört senede bir Şubat'a bir gün ilavesini kabul etti. Ancak sonra
nedendir bilinmez Janairus'u (Ocak) yılın ilk ayı olarak ilan etti.
Böyle olunca da her 4 yılda bir eklenecek bir günün yeni durumda yılın ikinci ayı konumuna gelmesine rağmen Februarius'a (Şubat) eklenilmesine devam edildi.
Julius Caesar'in beklenmeyen ölümünden (Sen de mi Brütüs olayı!) sonra Romalılar bu çok sevdikleri imparatorlarının anısına Quintilis (Temmuz) ayının ismini July olarak değiştirdiler.
Ondan sora tahta çıkanlardan Augustus kendi şerefine Sex-tilis (Ağustos) ayının adını kendi ismi ile değiştirerek bu aya August adını verdi. Ama ortaya başka bir sorun çıkmıştı. Sezar'm ayı 31 gün
Augustus'un ayı ise 30 gün çekiyordu. Sorunu yine imparatorun kendisi
çözdü ve zaten 29 gün olan Şu-bat'tan bir gün daha alarak Ağutos'a
ekleyiverdi. Böylece iki ay da eşitlenmiş oldu.
îşte size takvimin niçin 12 ay olduğunun ayların isimlerinin nasıl konduğunun ve niçin farklı sayıda günlerden meydana geldiklerinin dört sene sonra eklenecek artık günün niçin yılın sonuncu değil de alakasız bir şekilde ikinci ayına eklendiğinin küçük bir hikayesi.
Özellikle ortaçağda takvimler üzerinde o kadar oynanmıştır ki yapılan bilimsel hesaplamalara göre İsa'nın bugün kabul edilen Milattan yani İsa'nın doğumundan yaklaşık 6 yıl önce doğduğu 36 yıl yaşayıp Milattan sonra 30 yılında öldüğü ileri sürülmektedir.
Bozuk paraların kenarları neden tırtıllıdır?
Özellikle kağıt para devrinden önce alışverişte kullanılan paralar altın ve gümüş içeriyorlardı. Her devirde olduğu gibi o devirde de bulunan bazı düzenbazlar bu paraları kenarlarından kazıyarak çok az miktarda da olsa bu değerli madenleri biriktiriyor parayı da tekrar kullanabiliyorlardı.
O devirlerde tüccarlar parayı tartıyorlar ve ağırlığı eksikse kabul etmiyorlardı. Tabii para da elinizde kalıyordu. Antik para kataloglarında dikkat ederseniz paraların büyük bir kısmının tam yuvarlak olmadığını görürsünüz.
Bu sorunu çözmek ve halkı eksik paraya karşı korumak için bozuk
paraların kenarları tırtıllı yapılmaya başlandı. Bu tırtıllar sayesinde
paranın kenarının kazındığı hemen belli oluyordu ve kenarı kazınmış
parayı kimse almıyordu.
Bu adet günümüze kadar devam etti. Artık içinde değerli bir maden bulunmamasına rağmen bozuk paralarımızın kenarlarında ya tırtıl ya da bir yazı vardır.
Günümüzde madeni paralar 'bozukluk' veya 'ufaklık' adı altında sadece
küsuratları ödemede kullanılıyor. Bozuk paralar da para olma
niteliklerini kanundan almalarına rağmen kullanılmalarında bazı sınırlamalar vardır.
Gerek kağıt gerekse madeni para olsun her ikisiyle de yapılan ödemeleri kabul etmemek mümkün değildir. Buna 'Kanuni Tedavül Mecburiyeti' denilir ki kağıt paralarda bu mecburiyet sınırsızdır. Ödenen miktar ne kadar büyük olursa olsun bunu karşı taraf kabul etmek mecburiyetindedir.
Madeni paraların ise mecburiyeti sınırlıdır. En çok üzerlerinde yazan
değerin 50 katını tamamen bozuk para ile ödeyebilirsiniz. Örneğin 50
bin liralıklarla 25
milyona kadar ödemelerinizi yapabilirsiniz ama daha fazlasını da bozuk
para ile ödeme isteğinizi karşı taraf kabul etmeyebilir.
Kağıt paraların Merkez Bankası tarafından basıldığı bilinir de
madeni paraları Maliye Bakanlığı'nın çıkardığı pek bilinmez. Madeni
paraların toplam para stoku içindeki oranı da yaklaşık yüzde l
civarındadır.
Hiç dikkat ettiniz mi? İnsan yüzleri kağıt paralarda önden madeni paralarda ise yandandır. Madeni paralarda yer çok küçük olduğundan kabartma tekniği ile bir yüzün tam detayını vermek mümkün olamamaktadır. Yandan bir profil kişiyi daha iyi tanınır kılmaktadır.
Sirk çadırları neden daima daire biçimindedir?
18. yüzyıla gelinceye kadar cambazlık ateş yutma vb. gösteriler sokaklarda halka saraylarda ise asillere yapıyordu.
Philip Astley bugünkü modern sirklerin kurucusu kabul edilir. 1763 yılında kurduğu sirkinde ana gösteri ata binilerek yapılanlardı. Astley atlar bir daire etrafında döndüklerinde binicilerin at üzerinde daha rahat ayakta durduklarını bildiğinden sirk çadırını ve gösteri yerini bir daire oluşturacak şekilde düzenledi ve atların gösteri sırasında daima daire biçiminde dönmelerini sağladı.
Bir başka sirk sahibi Antonio Franconi'de dairenin en uygun çapının yaklaşık 13 metre olduğunu saptadı ki bu mesafe bugün bile kullanılan ölçüdür.
Son bir not olarak İngilizce'si 'circus' olan sirk kelimesinin Latince'de daire anlamına gelen 'circle'dan türediğini de belirtmeden geçmeyelim.
Neden kurşunkalemlerin çoğu altıgen ve sarı renkte?
Esasında en kolay üretim biçimi kare kesitli kurşun kalemdir ama
yazarken elde tutulması pek kolay değildir. Yuvarlak kalemlerin elde
tutulması kolaydır ama üretimi pahalıdır. Altıgen kesitli kalemler ise
orta yoldur. Yuvarlak kesitli kalemler kadar kullanılması kolay ve
üretimi daha ucuzdur.
Sekiz yuvarlak kurşunkalem için harcanan ağaçtan dokuz altıgen kesitli kalem yapılabilir ve üretim safhası bir kademe daha kısadır.
Tabii ki
alıcılar için üretim maliyetlerinin pek önemi yoktur. Altıgen kesitli
kurşunkalemlerin öbürlerine göre hala on bir kat daha fazla tercih
edilmelerinin sebebi belki de konulduğu masada yuvarlanıp aşağıya düşmemeleridir.
Kurşunkalemlerin dışının sarıya boyanarak satışı 1854 yılına dayanır.
Ancak 1890 yılına kadar bu rengi kullanmak çok önemsenecek bir faktör
değildi.
1890 yılında Avusturya'da L&C Hardtmuth Co. isimli şirket öyle bir kurşun kalem üretti ki diğer üreticiler de bu kaliteyi yakalamak zorunda kaldılar.
Bu kurşunkaleme meşhur Hindistan elması olan 'Koh-I-Mo-or' adı
verilmişti ve altın sarısına boyanmıştı. Ayrıca içindeki siyah renkli
kurşun ucuyla birlikte Avusturya-Macaristan imparatorluğunun bayrağını
oluşturuyordu.
Bu kurşunkalem o kadar beğenildi ve o kadar başarılı oldu ki
sarı renk kurşunkalemdeki kalitenin bir simgesi olarak kaldı. Diğer
kurşunkalem üreticileri de bu başarıdan pay alabilmek için ürünlerini
piyasaya sarı renkte sürmeye başladılar. Bugün hala piyasada olan dört
kurşunkalemden üçü sarı renktedir.
Kurşunkalemlerin içinde kesinlikle kurşun yoktur. Ana madde olarak kullanılan grafit 40 değişik malzeme ile karıştırılarak
yüksek sıcaklıkta çok ince çubuklar haline gelene kadar preslenir.
Zaten kurşun çok zehirli bir elementtir. Kurşunkalem denilmesinin
sebebi 16. yüzyılda grafiti bulan İngiliz bilimcinin onu bir çeşit
kurşun elementi sanmasıdır. Ancak 200 yıl sonra grafitin bir çeşit
karbon olduğu anlaşıldı.
Buz neden kaygandır?
Evde cilalı parke üzerinde çorapla yürürken düşme olasılığınız halıya oranla çok daha fazladır. Çünkü halı ile ayağımız arasında
cilalı parkeye nazaran daha çok sürtünme ve daha fazla temas vardır.
Buzlu bir yüzeyin üzerinde ayağımızın kaymasını benzer bir sebebe
dayandırabiliriz ancak buz pateni yapanlar pütürlü buz yüzeyinde düz bir buz yüzeyinden çok daha fazla bir hızla kayarlar.
Buz sanıldığı gibi düzgün bir yüzey olduğu için kaygan değildir. Olay
buz pateninin çok küçük yüzeyinin buza basınç yapması dolayısıyla o
noktadaki buzun erimesi ve oluşan bu ince su tabakası üzerinde patenin
hareket etmesidir.
İnsan ayağının boyunun ortalama 25 santimetre eninin ise 10 santimetre olduğunu kabul edelim. Ortalama insan ağırlığı olan 75 kg. iki ayakla 500 santimetrekare yere bastığında her santimetrekareye 015 kg. ağırlık biner. Topuklu ayakkabı giyen kadınlarda yere basılan alan o kadar küçülür ve basınç o kadar artar ki kadınların topuklu ayakkabı izi sıcak asfaltta kalır hatta bu basınç nerede ise filinki ile aynıdır.
Ucu neredeyse bıçak gibi olan patenlerin buza değen alanı o kadar küçüktür ki erime ısısını l derece azaltmak için 130 kg/cm2 gereken buz yüzeyini derhal eritir.
Buz pütürlü olunca paten sadece buzun pütürünün çıkıntılarına basar böylece temas yüzeyi iyice küçülür ve basınç artar ve buz daha kolay eriyerek paten buz ile arasında oluşan ince su tabakası üzerinde rahatça kayar.
Bu arada buzun bir başka şaşırtıcı özelliğine de değinmeden
geçemeyeceğiz. Dişimiz ağrıdığında elimizin üzerine konulan buz bu diş
ağrısının azalmasına yardımcı olur.
Vücudumuzun herhangi bir yerinde bir ağrı oluştuğunda uyarıcı sinirler buradan orta beyine ağrı sinyalleri gönderirler.
Bu sayede beyin tarafından uyarılarak vücudun doğal ağrı kesicileri olan 'endorfin' ve 'enkefolin' salgılanır.
Bu salgıların kaynağa gidebilmesi için sinir sisteminin diğer bölümlerine
ağrı algılarının geçtiği diğer kapıları 'kapat' sinyali gönderilir. El
üzerinden gelen ağrı sinyallerinden dolayı salgılanan doğal ağrı
kesiciler sonucu yüz sinirlerinden gelen ağrı kapıları beyinde
kapanmaktadır.
Diş ağrılarında vücudun başka bir yerinde değil de el üstüne buz konulmasının nedeni bu olup
bu noktaya akapuntur uygulanmasıyla da benzer sonuca ulaşılmaktadır.
Baş parmakla işaret parmağı arasındaki bu noktaya HO-KU noktası
denilmektedir.
Saatler neden ileri-geri alınır?
Birinci Dünya Savaşı süresince birçok ülke saatlerini yılın belli
aylarında yeniden ayarlamaya başladı. Bunun amacı günün aydınlık
saatlerini insanların uyanık oldukları zamana uydurmak dolayısıyla evlerde ve sokaklarda yanan lambalar için gerekli enerjiden tasarruf sağlamaktı.
Bugün de aynı uygulamaya devam edilmekte Nisan ayının ilk pazar gününde saatler bir saat ileri Ekim ayının son pazar gününde ise bir saat geri alınmaktadır. Diğer bir deyişle ilkbaharda size kaybettirilen bir saat sonbaharda geri verilmektedir.
ABD'de kış aylarında standart zaman
yazlan ise gün ışığından tasarruf zamanı uygulaması kongre kararı
olarak kabul edilmiş olmasına rağmen bazı eyaletler bu uygulamayı
reddetmiştir. Bu eyaletlerde halen yaz-kış standart zaman uygulaması
devam etmektedir.
Yaz günlerinde gün ışığı
yani aydınlık saatler çok daha uzun olmasına rağmen hala tasarruf için
saatlerin niçin bir saat ileriye alındığı çoğunlukla anlaşılmaz. Bunun
en kısa açıklaması 'gece zamanını da gündüze katmaktır' ama bizler
zaten karanlık
olan saat 24:00'de değil de 23:00'de yatmamızın ülkemize ne kazandıracağım genellikle anlayamayız.
Saatleri ileri almanın kış mevsimi ile alakası yoktur. Kış aylarında
standart zaman uygulanır. Ancak yaz günlerinde çok uzun aydınlık geçen
bir zaman süresi vardır. Amaç bu sürenin başlangıcını ileri kaydırarak akşam olma süresini bir saat uzatmaktır.
Yaz günleri hava çok erken aydınlanır. Eğer çiftçi değilseniz saat
05:00'de uyanmanıza gerek yoktur. Ancak gün ışığından tasarrufa gerek
duymayarak saatlerimizi ileri almasaydık bakın
ne olurdu?
Dünyada güneşin 21 Haziranda 04:43'de doğduğu bir yer seçelim. Siz
burada yaşıyorsunuz ve saat sekizde işte olmak için saat altıyı çeyrek
geçe yataktan kalkmak zorundasınız. Bu seçtiğimiz yerde güneş ufukla 6
derece açı yaptığında
standart saat ile saat 05:11 civarlarında etraf tamamen aydınlanır. Bu
durumda ileri alınmış saatler 06:15'I gösterir yani gerçekte siz işe
bir saat erken gitmiş olursunuz ama ışığı yakmadan saate bakar tıraş olup kahvaltı yapabilirsiniz.
Akşamları ise her zaman 24:00'de yatmaya vücudunu alıştırmış bir insan bir saat önce yatmak zorunda kalmış olur ama hava kararınca gece evde ve sokakta lambaların yanma süresi
bir saat kısalmış olur.
Gün ışığından tasarrufun sanayinin kullandığı elektrikle alakası yoktur. Onlar gece de gündüz de olsa zaten aynı elektrik enerjisini harcarlar..
Geri: Tüm NEDEN'lerinizin cevapları Burada... [güncellenecektir...]
Bir saat neden 60 dakikadır?
Bir gün
dünyanın kendi ekseni etrafında bir dönüşü tamamladığında geçen
süredir. Bunu herkes bilir. Aslında tam da öyle değildir. Çünkü dünya
kendi ekseni etrafında dönüşü sırasında yörüngesi üzerinde güneşin
etrafında da döndüğünden güneşten bakıldığında bir tam devri için geçen süre farklı gözlemlenir.
Neyse şimdi biz bunu karıştırmayalım ve bugün bütün dünyanın kabul ettiği zaman sistemine bakalım;
• Bir yıl 12 aydır.
• Bir yıl 52 haftadır
• Bir ay 28-31 gündür.
• Bir ay 4-5 haftadır.
• Bir hafta 7 gündür.
• Bir gün 24 saattir.
• Bir saat 60 dakikadır.
• Bir dakika 60 saniyedir.
• Bir saniye 100 mili saniyedir.
Görüldüğü gibi bir gün kaç saniyedir diye sorulduğunda bile kafadan hesaplanamayacak kadar karışık bir bölünme. Önce gün 24'e sonra 60'a
sonra bir daha 60'a bölünüyor. Saniyeden sonraki bölünmeler ise ondalık
sistemle gidiyor. İşte çocukların zaman hesaplarında zorlanmalarının
sebebi.
Bir günde niçin 24 saat olduğunu kimse bilmiyor. Bu rakamın güneş
saatini ilk kullanan Mısırlılardan kaynaklandığı sanılıyor. Yere
dikilen yüksek bir taşın gölgesi sabah batıya akşam doğuya düşüyordu ve Mısırlılar bu arayı altıya bölmüşlerdi. Do-layısı ile bir gün 24 bölüm oluyordu.
12 sayısı 2 3 4 ve 6 ile bölünebildiğinden o zamanlar en çok kullanılan sayı birimi idi ki bugün bile düzine adı altında sayı birimi olarak kullanılmaktadır.
Mısırlılar ayrıca 30 günlük ay ve 360 günlük yıl takvimini
uyguluyorlardı.
Bugün bir dairenin 360 dereceye bölünmesinin sebebinin de
bu olduğu sanılıyor.
Yaklaşık 3 bin yıl önce bugün Irak olarak bilmen yerde yaşayan Babilliler ise 60 sayısını matematik sistemlerinde temel olarak almışlardı. 2 3 4 6 12 15 20 ve 30 ile bölünebilen ve 360'ı da bölen bu sayı dakika ve saniyenin birimi olarak alındı. O zamanlar için onluk sistem yani on sadece 2 ve 5'e bölünebilen zavallı bir sayı idi.
Saniyenin bölümleri ise o devirlerde ölçülemiyordu ölçüle-bilmeye başlandığında ise dünya ondalık sisteme geçmişti ve bu esas alın
Saatin akrep ve yelkovanı neden sağa dönüyor?
İlk olarak eski Mısırlılar güneşin her gün düzenli bir hareketle doğup belirli zamanlarda gökyüzünün aynı noktalarında bulunup battığını gözlemlediler ve bunun bir günü zaman parçalarına ayırmada kullanılabileceğini keşfettiler.
Böylece güneşin bu hareketinden yararlanarak ilk güneş saatini yaptılar. Bu saat meydanlık bir yere yüksek bir taş koymak ve güneşin hareketi sırasında bu taşın gölgesini takip etmekten ibaretti.
Mısır konumu itibari ile kuzey yarım kürede fakat ekvatora da yakın bir ülke olduğundan güneş doğduğunda gölge hemen tam batıda oluşuyor güneş yükseldikçe gölge kuzeye yani sağa doğru hareket ederek
güneş batışında doğu yönüne ulaşıyordu. Yani gölge bugünkü tüm
saatlerin akrep ve yelkovanında olduğu gibi soldan sağa doğru dönüyordu.
Daha sonraları pendulumlu pilli saatlerde de yön değişmedi hatta sağa doğru dönüşler 'saat yönüne dönüş' diye adlandırılır oldu.
Avustralya gibi ekvatorun güneyindeki ülkelerde güneş doğarken taşın gölgesi güneye düşer ve güneş yükseldikçe sola doğru dönüş yapar. İlk saat orada keşfedilseydi bugün akrep ve yelkovan ters yönde dönüyor olabilirdi
İskambil kağıtlarındaki şekillerin anlamı nedir?
Oyun kartlarının nerede ve ne zaman ortaya çıktığı tam olarak
bilinmiyor. 7. ve 10. yüzyıllar arasında Çin'de ortaya çıktığı ve 13.
yüzyılda Marco Polo tarafından Avrupa'ya getirildiği tahmin ediliyor.
Hindistan'dan veya Arabistan'dan geldiğini ileri sürenler de var arna
bugünkü şekilleriyle kullanılmalarının 14. yüzyıl Fransa'sına dayandığı
kesin gibi.
O tarihlerde Fransa'da dört sınıf vardı ve iskambil kağıtlarındaki kupa maça karo ve sinek bu dört sınıfı temsil ediyordu. Kupa bir kalkanı andıran şekli ile asil sınıfı ve kiliseyi maça bir mızrağın ucunu çağrıştıran şekli ile orduyu karo ticari deniz işletmelerinin eşkenar dörtken kiremitlerinden esinlenerek orta sınıfı sinek ise yonca yaprağına benzeyen şekli ile köylüyü temsil ediyordu. Bugün briç poker veya benzeri oyunlarda kupanın en değerli sineğin ise en değersiz kart olmasının nedeni işte bu sınıflamadır.
Aslında bizde papaz adı verilen kartın adı İngilizce'de kral (king) kızın ise kraliçedir (queen). Vale veya oğlan için ilk zamanlarda düzenbaz anlamına gelen 'knave' kelimesi kullanılırken günümüzde 'jack' ismi kullanılmaktadır. Yani yabancı kartlarda kral ve kraliçe evli iken bizde biraz yaşlı görülerek krala papaz adı verilmiş kraliçeye de 'kız' denilerek oğlana layık görülmüştür.
Bazı ülkelerde oyun kartlarında değişik isim ve semboller kullanılmasına rağmen
en yaygın olanı Fransızların kullandıklarıdır. Fransızlar 'maça'
şeklini mızrağa benzeterek 'pique' adını vermişlerdir. İngilizce'de ise
aynı anlamdaki 'spades' kelimesi kullanılmaktadır. Her ne kadar bir
kalkanı andırdığı için asil sınıfı temsil ettiği ileri sürülse de
'kupa' klasik bir kalp şeklidir. Bu nedenle Fransızlar ona 'coeur' ingilizler ise 'heart' adını vermişlerdir.
'Karo' için Fransızca'da kare anlamındaki 'carreau' kullanılırken
İngilizler elmas anlamındaki 'diamond'u tercih etmişlerdir. Bizim
'sinek' dediğimiz şekil ise çok açık üç yapraklı bir yoncadır.
Fransızlar bu anlamdaki 'trefle' kelimesini kullanırlarken İngilizler 'club' (kulüp) ismini kullanmışlardır.
İşte bu nedenle briç oyuncuları 'maça'ya 'pik' 'kupa'ya 'kör' 'sinek'e de 'trefli' derler zaten aslına uygun olan 'karo'yu da olduğu gibi kullanırlar. Birli papaz kız ve oğlan için kullanılan as rua dam ve vale isimleri de yine Fransızca karşılıkları As Roi Dame ve Valet kelimelerinden dilimize geçmiştir
Buzlanmış yollara neden tuz dökülüyor?
Kışın çok kar yağışı alan bir bölgede yaşıyorsanız
karayolları görevlilerinin yollardaki buzlanmayı gidermek için tuzu
kullandıklarını görmüşsünüzdür. Ancak tuz aynı zamanda dondurma
yapımında da kullanılmaktadır. Peki ama tuz bu iki ters gibi görülen işlevi nasıl becermektedir?
Herkesin sandığının aksine tuz suyun içinde şekerin eridiği gibi
erimez. Tuz buzun içine girince onu çözer. Tuz yine kalır ama buz
çözüldüğü için artık o su değil tuzlu sudur ve erime noktası saf sudan daha düşüktür.
Buzlanmış yollara tuz döküldüğü zaman tuz önce buz ile çözümlenerek bir buzlu su tabakası oluşturur ve bu çözeltinin donma noktası düşük olduğundan
sıfırın altındaki sıcaklıklarda bile donmadan kalabilir. Günümüzde
ABD'de üretilen tuzun yüzde 45'i yollardaki buzun eritilmesinde
kullanılmaktadır.
Bilindiği gibi su
sıcaklığı sıfır dereceye varınca donar. Suya tuz ilavesi ile bu donma
sıcaklığı da düşer. Suya yüzde 10 tuz ilavesi donma sıcaklığını -6
dereceye indirir. Yüzde 20 tuz karıştırılmış su ise -16 derecede donar.
Ancak yolun veya buzun ısısı -16 dereceden de az ise artık tuzun
erimede pek etkisi olmaz sadece buzun üstünde kalarak tekerleklerin kaymasını azaltabilir.
Dondurma yaparken de karışımın çevresinde çok düşük ısıya ihtiyaç
vardır. Dondurma karışımının etrafındaki ısının çok düşük olması
ancak bu düşük ısıda karışımın donmaması gerekir. Burada eklenen tuz
karışımın sıfır derecenin altında bile donmadan dondurmanın
oluşturulmasını sağlar.
Hatırlarsanız 'Titanic' filminde okyanus suyunun ısısı sıfırın birkaç derece altında olmasına rağmen deniz suyunun yüzeyi içindeki tuz nedeni ile hala donmamıştı
24 ayar altın ne demektir?
Bizde altının saflığını gösterme ölçüsü olarak genellikle 'ayar' kelimesi kullanılır ama uluslararası piyasada kullanılan kelime 'kırat'tır. 'Kırat' hem altının hem de elmas ve diğer kıymetli taşların ölçümünde kullanılan bir birimdir.
Elmas ve değerli taşlan ölçmede kullanılan 'kırat'ın bir birimi 200 miligrama (0200 gram) eşittir. Yani 20 gramlık bir elmasınız varsa
bu 100 kıratlık bir elmastır. Doğada bulunan elmasın büyüklüğü çok
seyrek olarak bir santimetrenin üzerindedir. Bugüne kadar bulunan en
büyük elmas 3.106 kıratlık 'Culli-an'dır. Bundan 530 ve 517 kıratlık
iki büyük ve 100 küçük elmas işlenmiştir.
Altında kullanılan 'kırat' veya 'ayar' ise altının saflığını gösterir. 24 kırat (ayar) altın
içinde karışık başka bir metal olmayan yüzde yüz saf altındır. Tamamen
saf altın çok yumuşak olduğundan genellikle bakır veya gümüş ile
karıştırılır. Her bir kırat (ayar) altının tümünün 24'de biridir.
Örneğin bir bileziğin 24'de 18'i altın 24'de 6'sı da gümüşten yapılmışsa o bilezik 18 kırat
(ayar) altındır.
Altını ölçmede kullanılan bu komik sistem yaklaşık bin yıl evvelki Almanların Mark isimli bir altın parasından kaynaklanmaktadır. Tamamen saf altından yapılan bu para 48
gramdı ve elmas ölçü biriminde ağırlığına göre 24 kırat ediyordu.
Sonradan içine başka maddeler karıştırıldıkça içindeki altın miktarına
bağlı olarak kırat ölçüsü düşürüldü.
Altın beyaz kırmızı sarı gibi çeşitli renklerde beğenimize sunulur. Altın bakır ile karıştırılmışsa 'kırmızı altın' gümüş ile karıştırılmışsa 'sarı altın' nikel veya platin gibi metaller içeriyorsa 'beyaz altın' adı verilir.
Yüzme yarışları neden dört ayrı stilde yapılıyor?
Yüzme yarışları serbest (kravl) kelebek
kurbağalama ve sırtüstü olmak üzere dört ayrı kategoride yapılır. Ancak
'kelebek' gibi her insanın kolay kolay yüzemeyeceği bir sitilin niçin
yarışmalara alındığı pek bilinmez. Aslında bütün stillerin orijini
kur-bağalamadır. Uluslararası yüzme federasyonu kurulmadan önce başka
ilginç kategoriler de vardı. Örneğin 1900 yılında Fransa'da Sen
nehrinde yapılan 200 metre engelli yarışında yüzücüler sudaki direklere çıkıyor
sandalların altlarından geçiyorlardı. Bilmen en eski yüzüş şekli
kurbağalamadın Az enerji harcanması nedeni ile bu stil suda hayat
kurtarmada ve keyif için yüzmede de kullanılır. İki kolun ileri uzatılıp suyun ellerle iki yandan geri çekilmesi bu arada bacakların da senkronize hareket etmesi kurbağaların yüzüşüne benzediğinden bu adı almıştır. İlk zamanlarda kulaç tamamlandığında nefes de kol hareketi başlamadan önce alındığı için
bu arada hız da çok azaldığından dura dura yü-zülüyormuş gibi
görünürdü. Gittikçe gelişen bu stilde şimdilerde nefes kolun geri
çekiliş hareketinin tamamlanmasından az önce alınmakta
yüzücüler de duraksamadan yüzmektedirler.Kelebek stilin kurbağalamadan
asıl farkı kol hareketleridir. Kollar ileri hareketlerini suyun
üstünden yaparlar. 1933 yılında ABD'de yapılan bir yarışta Henry Myers
adlı bir yarışmacı kurbağalama stili ile yüzüşün kurallara uygun olduğu
konusunda ısrar etmiş ve sonuçta yarışa kabul edilmiştir.
Sonradan kelebek stili ayrı bir dal olarak yarışmalara alınmıştır.
Başlangıçta yüzücüler ayaklarını kurbağalamada olduğu gibi yana hareket
ettirirlerken sonra yunusun kuyruğu gibi çırpmağa başlamışlardır..
Aslına bakarsanız yunusiama olması gereken bu stilin adı herhalde
kelebeklerin uçuşuna benzetildiğinden olacak kelebek (İngilizce'de
butterfly) olarak kabul görmüştür.
Sırtüstü yüzüş şekli ise 20. yüzyılın başında gelişmeye başladı. Bunda
da başlangıçta kol ve ayak hareketleri kurbağalamaya benziyordu. ABD'li
Harry Hebner kravl sitile benzer kol ve ayak hareketlerini geliştirdi
ve bu şekilde yüzdüğü ilk yarışta kurallara uymadığı gerekçesiyle
diskalifiye edildi. Yapılan itirazlar sonunda kurallarda sırtüstü
bulunma dışında bir kısıtlama olmadığı ve bu stilin sırtüstü yüzme
hızını daha da geliştirdiği anlaşılarak resmi olarak kabul edildi ve
Harry'nin madalyası verildi.
Serbest stil de denilen kravl yüzüşün
yüksek dalgalarla mücadele edebilmek için Güney Pasifik yerlileri
tarafından geliştirildiği sanılıyor. Bütün yüzüş şekilleri arasında en
hızlısı olan bu stil 1902 yılında Avustralyalılar tarafından Avrupa'ya
taşındı. Stil Amerika'ya ulaşınca ayaklar her kulaçta önce 4 kez sonra 1917 yılında iki kadın tarafından daha da geliştirilerek 6 kez çırpılmaya başlandı ve sürat arttıkça arttı.
İngilizce'de hindiye neden Turkey deniliyor?
Özellikle ABD'de Hıristiyanların şükran günlerinin önemli bir sembolü
olan hindi aslında Amerika kıtasının yerlisidir. Vahşi hindi cinsleri
Kristof Kolomb kıtayı keşfetmeden de önce Kuzey Amerika'da yaşıyordu.
Hatta Avrupa'dan Güney Amerika'ya ilk gelenler Azteklerin bir cins
hindi ırkını ehlileştirdikle-rini görmüşlerdi.
Amerikan hindileri Avrupa'ya 1519 yılında İspanyollar tarafından getirilmiş daha sonra bütün Avrupa'da yayılıp 1541 yılında İngiltere'ye ulaşmışlardı. Hayvancağızı gören İngilizlerin kafaları karışmış
o zamanlar Türk toprakları olan Batı Afrika'dan Portekizli tüccarların
getirdikleri Afrika hindisi veya yine Türkiye üzerinden getirilen Hint
tavuğu sanmışlardı. Sonunda her iki ırkın farklı olduğu anlaşılmıştı
ama bu Amerikan kökenli kuşun adı 17. yüzyılda Amerika'ya göç eden
İngiliz göçmenler sayesinde Amerika'da 'Turkey' olarak yerleşti.
Tabii bu Türkiye'nin isminin niçin İngilizce'de hindi anlamında
kullanıldığının resmi açıklaması. Bunun yanında uydurulmuş başka tezler
de var. Bunlardan biri Kolomb'un ilk yolculuğuna katılan bir Portekiz
Yahudi'si Jose de Torres'in hindiyi görünce İbranice 'büyük kuş' anlamında 'Tukki tukki' diye bağırması
diğeri de sürekli batıya doğru giderek Hindistan'a ulaşmayı hedefleyen
Kolomb'un Amerika'ya vardığında burayı Hindistan ve hindiyi de Hint
tavus kuşu sanarak onu 'Tuka' diye adlandırması ve zamanla bu kelimenin
Turkey olarak telaffuz
edilmesidir.
Durun daha tezler bitmedi. Bir başka tezde de
Kızılderililer hindiye 'Fırke' dediklerinden bu sözcüğün İngilizce'deki
telafu-zu ile 'turkey'ye dönüştüğü ileri sürülüyor. Daha başka hindi
tezleri de var. Örneğin hindilerin korkunca çıkardıkları seslerin
insanlar tarafından turk - turk -turk (törk) diye taklit edilmesiyle
zamanla onlara Turkey denilmesine neden olduğu bile iddia ediliyor.
Bunda alınıp gücenecek bir şey yok. Türkçe'de de hindi kelimesi
Hindistan anlamına çok yakındır. Ayrıca bizde de bir 'Mısır' örneği var.
Hindiler başlangıçta renkli tüyleri nedeni ile kümeslerde süshayvanı olarak yetiştirilmişler
et kalitelerinin farkına ise 1935'den sonra varılmıştır. Erkek hindiler
130 santim boya ve 10 kilo ağırlığa ulaşabilirlerken dişiler neredeyse
yarı ağırlıktadırlar. Vahşi hindiler akarsu ve göl kenarlarında
yaşamayı tercih ederler ve tehlike anında 400 metre mesafeye
uçabilirler.
Bu arada marketlerde niçin hiç hindi yumurtası satılmıyor dikkatinizi çekti mi? Günümüzde tavuklar yılda ortalama 250'den fazla yumurtlayabiliyorlarken hindiler 100 - 120 adet yumurtlarlar ve yumurtaları 4 -5 kez daha ağırdır. Daha ziyade yeni hindileri üretmekte kullanılırlar.
Yağmurda koşan neden daha çok ıslanıyor?
Yağmur yağarken koşanların daha çok ıslanacağını ileri süren
insanı yağmurda sallana sallana dolaşmaya iteleyen bir görüş ile hiçbir
şey fark etmeyeceğini iddia eden bir başka görüş ortada dolanıp
durmaktadır.
Hiçbir şey değişmeyeceğini söyleyenlerin görüşüne göre vücudunuzun bir
dikdörtgen olduğunu ve yağmur damlalarının yere dik düştüğünü farz
edelim. İster bir yüz metreci gibi hızlı koşun
ister sallanarak yürüyün bir şey fark etmez. Hızınıza bağlı olmadan
vücudunu/a düşen yağmur tanesi sayısı aynı kalır. Koştukça ön
tarafınıza bir saniyede daha çok yağmur tanesi isabet edecektir ama
süre kısaldığından toplam sayı ve sonuç değişmeyecektir.
'Yağmurda yürüyünüz' diyenler ise koşma durumunda yağmur damlalarının
aynı sürede daha çok sayıda birikeceğini ve buharlaşmaları için daha az
zaman olduğundan üzerimizin daha ıslak olacağını aerodinamik tesirleri hesaba katarak düz yürürken üzerimize düşmeyecek düşey damlaların koşarsak karşıdan gelecekleri için temas edeceklerini
yürürken başımıza düşen damla sayısının koştuğumuz sırada düşenden
fazla olamayacağım ileri sürerek 'ahmak ıslatan' diye de tabir edilen
hafif yağışlarda yürümeyi öneriyorlar. Tabii burada unutulmaması
gereken şey yavaş yürürken bacaklarımızın da çok yağış alacağı.
'Koşunuz!' görüşüne göre ise yağmurda koşmakla yürümek arasında
vücudumuza düşen yağmur tanesi miktarı açısından bir fark olmayabilir
ama önemli olan başımıza düşen miktardır. Bu nedenle koşarsak süre
kısalır ve başımıza düşen yağmur
miktarı azalır.
Yapılan bir deneyde yağmur karşıdan 45 derece açı ile yağı-yorken bir defter kağıdına aynı mesafe 7 saniyede koşulduğun-da 131 damla 20 saniyede yürünüldüğünde ise 216 damla isabet ettiği saptanmıştır. Buna göre yağmurda yürüyerek gitmek koşmaya göre neredeyse iki misli ıslanmak anlamına gelmektedir.
Şüphesiz bu önermeler yapılırken rüzgarın yönü
üzerimizdeki giysilerin şekli ve cinsi ve en önemlisi kapalı alana
ulaşılacak mesafe göz önüne alınmamış ve değerlendirmeler kısa
mesafelere göre yapılmıştır. Uzun mesafelerde hiç şansınız yok koşabildiğiniz kadar koşun ama en doğrusu yağmur geçene kadar kapalı bir yerde oyalanın
Ev çiçekleri bize nasıl zarar verebilirler?
Evimizdeki bitkiler veya süs çiçekleri solunumlarında gündüzleri
havadaki karbondioksiti alarak oksijen verirler ama geceleri ise bizim
gibi oksijen alarak karbondioksit verirler. Bu nedenle de çiçeklerle
aynı odada uyumanın
havadaki oksijen azalacağı için zararlı olabileceği konusunda genel bir
inanış vardır. Aslında bu doğrudur ama sanıldığı kadar tehlikeli
değildir.
Konuyu daha iyi anlamamız için bir bitkinin aynı anda yaptığı iki işi bilmemiz lazım. Birincisi hücrelerin nefes alışı ikincisi de ışık ve klorofil özümlemesi diye de adlandırılan fotosentezdir. Bu iki olay tamamen birbirinden farklı iki ayrı işlemdir.
Tüm canlı hücrelerde olduğu gibi bitki hücrelerinin de yaşayabilmeleri
için havadaki oksijene ihtiyaçları vardır. Havadan nefes yolu ile
aldıkları oksijenle şeker gibi gıda moleküllerini yakarlar enerji kazanırlar. Bu gündüz ve gece yaşamları boyunca durmaksızın devam eder.
Bitkilerin yapraklarındaki hücreler aynı zamanda gündüzleri ışıkla
birlikte fotosentez işlemini gerçekleştirirler. Yani bitki gündüzleri
her iki işlemi birlikte yaparken geceleri sadece nefes almaya devam
eder. Fotosentez işleminde bitkiler havadan karbondioksiti alıp oksijen
verirler. Ancak hücreler buradan çıkan oksijeni nefes almada tekrar
kullanırlarken nefes verişteki karbondioksiti de fotosentezde kullanırlar.
Ortalama yetişkin bir insan hareketsiz durumda bir dakikada 15
bir günde 20 bin kez nefes alır. Her solumada yarım litre hava
ciğerlerine girer. Yani dakikada 7-8 litre havayı ciğerlerine çeker ve
tekrar verir. Bu
günde 11 bin litre hava demektir. Aslında nefes alırken havadan oksijen
alıp karbondioksit veririz ifadesi de tam doğru değildir.
Aldığımız havada hem oksijen vardır
hem de karbondioksit. Verdiğimizde de aynı şekildedir ama oranları
değişiktir. Ciğerlerimize aldığımız havadaki oksijen oranı yüzde 21
iken dışarı verdiğimizdekinde yüzde 16'dır. Yani her nefeste aldığımız
havanın yüzde 5-6'sı vücudumuzda oksijen olarak kullanılır. Dolayısıyla
havadan aldığımız günlük oksijen miktarı ortalama 570 litre
civarındadır.
Gündüzleri yeterli ışık altında bitkilerdeki fotosentez işlemi
bitkinin nefes almasından daha yoğundur. Yani ortaya fazladan oksijen
çıkar ve gündüzleri odanızdaki havadaki oksijen miktarını artırırlar.
Geceleri ışık olmadığından ve karanlıkta fotosentez işlemi
yapılamadığından nefes almaya devam eden bitkilerden çıkan karbondioksit miktarı daha çoktur.
Evlerimizdeki bitkilerin veya süs çiçeklerinin gündüz çıkar-dıkları fazla oksijen ve gece verdikleri karbondioksit miktarı
insanın soluduğu havanın içindeki oksijen miktarı yanında o kadar a/dır
ki sağlığımızı etkileyebilmesi mümkün değildir. Ancak kapısı penceresi hava sızdırmaz küçük bir odada dev bitkilerle birlikte yatma gibi bir alışkanlığını/ varsa başka tabii...
Sabun kiri nasıl gideriyor?
Aslında sabun bir antiseptik yani mikrop öldürücü değildir. Normal bir deri üzerinde ölü deri hücreleri kurumuş ter çeşitli bakteriler yağlı ifrazatlar ve toz vardır. Sabunun özelliği
mekanik olarak derimizin üzerinden bunların alınmasını sağlamasıdır.
Suyu ve yağı (ne yağı olursa olsun) aynı kaba koyarsanız birbirlerine
hiç karışmazlar aksine su ve yağ molekülleri arasında birbirlerini iten
bir güç vardır. Elimizi sadece su ile yıkadığımızda derimizin üzerindeki yağ tabakası suyun derimize temasına mani olur onu dağıtır ve tam anlamı ile temizlik sağlanamaz. İşte burada sabun devreye girer ve aracılık rolünü üstlenir.
Sabunun bilinen tarihi 2000 yıldan da öncesine uzanır. Hatta Anadolu'da
4000 yıl evvel Hititlerin yaktıkları bitkilerin külleri ile ellerini
temizledikleri bilinmektedir. Sabun tarihinin her döneminde ucuz ve kolay bulunabilen malzemelerden yapılmıştır. Romalılar sabun yapabilmek için kireç taşını ısıtarak kireç elde etmiş
bu ıslak kireci sıcak ağaç külleri üzerine püskürtüp sonra da
karıştırmışlardır. Oluşan gri çamuru sıcak su dolu bir kazana dökerek
keçi yağı ile saatlerce karıştırarak kaynatmışlar-dır. Kirli kahverengi
kalın bir tabaka oluşunca soğumaya bırakmışlardır. Soğuma sonucu sertleşen tabakayı parçalara bölerek sabun olarak kullanmışlardır.
İşte sabun budur. Her sabun kireç gibi bir alkali madde ile bir çeşit
yağın karışımıdır. Günümüzde alkali olarak kireç yerine genellikle
kostik soda kullanılıyor. Keçi yağı yerine de sığır ve koyun yağlarından elde edilen don yağları hurma pamuk çekirdeği ve zeytinden elde edilen yağlar kullanılıyor.
Alkali ve yağdan meydana gelen sabun da anne ve babasının özelliklerini
taşır. Yani bir taraftan yağı severken diğer taraftan suyu sever. Sabun
moleküllerinin bir ucu yağı diğer ucu da bir alkali olan suyu çeker. Ellerimizi ovuşturduğumuzda yağ ve kirler
dolayısıyla içindeki bakteriler parçalanır. Sabun molekülleri bu yağlı
kirleri sararlar suyla birleştirirler ve artık çözünemez hale
getirirler. Musluktan akan su ile de uzaklaşır giderler. Ellerin
kurulanması ile de bakterilerin çok sevdiği nemli ortam ortadan kalkmış
olur.
Günümüzün modern marketlerinde ise sabunun bazı katkı maddeleri boyalar parfümler deodoranlar bakteri giderici maddeler kremler losyonlar ve reklamlarda söylenilen diğer maddeler eklenmiş hali ile karşılaşıyoruz. Şampuan diş macunu tıraş kremi ve kozmetikler sabunun sodyumun değişik bileşikleri ile yapılmış diğer adlarıdır. Eğer kostik soda yerine potasyum kullanılırsa daha yumuşak olan sıvı sabun elde edilir.
Sirklerde kılıcı nasıl yutuyorlar?
İster inanın
ister inanmayın gösterilerde kılıcı yutanların yaptıkları numara sahte
değildir. Gerçekten kılıcı yutarlar. Ana problem gırtlak adalelerini
rahatlatmayı öğrenmek
böylece yutkunmaya mani olmaktır. Bu özellik haftalar boyu süren
egzersizlerle kazanılabilir. Kılıcın boğazı kesme ihtimali yoktur çünkü her iki tarafı da keskin değildir
yani kördür. Kılıcın ucu sivri gibi görünür ama midenizin tabanına
ulaşamayacak boyda bir kılıç seçerseniz bu da problem yaratmaz.
Kılıç ve alev yutmanın büyük ustalarından Dan Mannix bu konuda 1951 yılında bir kitap bile yazmıştır. Mannix bu işi başarabilmek için haftalar boyunca günde en az bir saat
kesme ihtimali olmayan bir kılıç ile çalıştığını söylüyor. Birinci
problem yutkunma refleksinden çıkmış. Yine haftalarca öğle yemeği
yemeyerek
kılıç boğazdan girerken boğazın büzüşmesi problemini halletmiş. Sonunda
bir gün kılıcı sokarken boğazı gevşeyebilir hale gelmiş.
Mannix işin en zor yanını geçtiğini zannederken esas zorlukla Adem
Elma'sı denilen yerin arkasında karşılaşmış. Oradaki kıvrımı da geçmeyi
başardıktan sonra kaburga kemiklerine de dikkat ederek kılıcı kabzasına kadar yutabilme yeteneğini kazanmış.
Kılıç yutmayı evde kendi kendine öğrenmeye kalkışmak son derece
tehlikelidir. Hele bu numarayı yaparken konuşmayı profesyoneller
düşünmezler bile. Yutmadan önce ve sonra kılıcın steril hale
getirilmesi de çok önemli bir husustur.
Çok az da olsa katlanabilir kılıçları kullanan bazı hilebazlar ortaya çıkınca Mannix kılıcı gerçekten yuttuğunu ispatlayacak başka numaralara geçmiş. Özel olarak imal edilmiş çok ince kalınlıktaki elektrik bağlantıları sadece bir tarafında bulunan 'U' şeklindeki bir neon tübü yutmuş. Elektrik verilip neon lambası yanınca ışık vücudunun dışından da görülmüş. Böylece bu tip şeyleri gerçekten yuttuğunu ispatlamış.
Mannix ve asistanları işi öyle geliştirmişler ki kızgın kızarmış kılıçları yutma numaraları bile yapmışlar. Tabii önce asbest bir kılıç kınını yutarak.
Gazeteler neden enine düzgün yırtılamıyor?
Denerseniz göreceksiniz ki
bir gazete sayfasını yukarıdan aşağıya düzgün olarak yırtabilirsiniz.
Ancak sağdan sola yani enine yırttığınızda düzgün yırlamazsınız
muhakkak zikzaklar oluşur.Gazete kağıdının ana maddesinin ağaç olduğunu
hepimiz biliyoruz. Bir gazete kağıdında ağacın lifleri yukarıdan
aşağıya olacak şekilde gelir.
İşte bu sebeple bir gazete sayfasını düşey olarak yırtarsanız yırtık liflerin yolunu takip ederek düzgün bir şekilde aşağıya kadar iner. Enine yırtıldığında her life rastlayışında yırtılma zikzak çizer.
Peki lifler niçin düşey doğrultuda? Bunun nedeni kağıdın üretiliş
biçiminde yatıyor. Bu lifler çok az su içeriyor ve üretim bandında bandın hareketi boyunca yayılıyor. Üretim bandı sonunda su kuruyor ama lifler kağıtta uzunlamasına yer alıyor.
Atletler neden saat yönünün aksine koşuyor?
Sağ elini kullanan insanlar ayakla yapılan hareketlerde de sağ bacaklarını öncelikle kullanırlar. Bu nedenle de sağ bacakları daha güçlüdür.
Sola kavis çizerek koştuklarında sağ ayak dışarıda kalır. Özellikle kısa mesafe koşularında
pistin köşelerinde koşucular hafif içe meylederek koştukları için sağ
ayağa daha çok yük biner ve koşucu bu kuvvetli ayağı ile sola doğru
daha rahat koşar.
İnsanların çoğu sağ ellerini kullanırlar. Erkeklerin sadece yüzde 5'i
kadınların ise yüzde 3'ü solaktır. Çoğunluğun rahatı düşünüldüğü için
de atletler pistte saat yönünün aksi yönde koşarlar. Tabii bu durumda
ve özellikle 400 metre koşularında solakların şansı biraz azalmış
oluyor.
Bir gün
dünyanın kendi ekseni etrafında bir dönüşü tamamladığında geçen
süredir. Bunu herkes bilir. Aslında tam da öyle değildir. Çünkü dünya
kendi ekseni etrafında dönüşü sırasında yörüngesi üzerinde güneşin
etrafında da döndüğünden güneşten bakıldığında bir tam devri için geçen süre farklı gözlemlenir.
Neyse şimdi biz bunu karıştırmayalım ve bugün bütün dünyanın kabul ettiği zaman sistemine bakalım;
• Bir yıl 12 aydır.
• Bir yıl 52 haftadır
• Bir ay 28-31 gündür.
• Bir ay 4-5 haftadır.
• Bir hafta 7 gündür.
• Bir gün 24 saattir.
• Bir saat 60 dakikadır.
• Bir dakika 60 saniyedir.
• Bir saniye 100 mili saniyedir.
Görüldüğü gibi bir gün kaç saniyedir diye sorulduğunda bile kafadan hesaplanamayacak kadar karışık bir bölünme. Önce gün 24'e sonra 60'a
sonra bir daha 60'a bölünüyor. Saniyeden sonraki bölünmeler ise ondalık
sistemle gidiyor. İşte çocukların zaman hesaplarında zorlanmalarının
sebebi.
Bir günde niçin 24 saat olduğunu kimse bilmiyor. Bu rakamın güneş
saatini ilk kullanan Mısırlılardan kaynaklandığı sanılıyor. Yere
dikilen yüksek bir taşın gölgesi sabah batıya akşam doğuya düşüyordu ve Mısırlılar bu arayı altıya bölmüşlerdi. Do-layısı ile bir gün 24 bölüm oluyordu.
12 sayısı 2 3 4 ve 6 ile bölünebildiğinden o zamanlar en çok kullanılan sayı birimi idi ki bugün bile düzine adı altında sayı birimi olarak kullanılmaktadır.
Mısırlılar ayrıca 30 günlük ay ve 360 günlük yıl takvimini
uyguluyorlardı.
Bugün bir dairenin 360 dereceye bölünmesinin sebebinin de
bu olduğu sanılıyor.
Yaklaşık 3 bin yıl önce bugün Irak olarak bilmen yerde yaşayan Babilliler ise 60 sayısını matematik sistemlerinde temel olarak almışlardı. 2 3 4 6 12 15 20 ve 30 ile bölünebilen ve 360'ı da bölen bu sayı dakika ve saniyenin birimi olarak alındı. O zamanlar için onluk sistem yani on sadece 2 ve 5'e bölünebilen zavallı bir sayı idi.
Saniyenin bölümleri ise o devirlerde ölçülemiyordu ölçüle-bilmeye başlandığında ise dünya ondalık sisteme geçmişti ve bu esas alın
Saatin akrep ve yelkovanı neden sağa dönüyor?
İlk olarak eski Mısırlılar güneşin her gün düzenli bir hareketle doğup belirli zamanlarda gökyüzünün aynı noktalarında bulunup battığını gözlemlediler ve bunun bir günü zaman parçalarına ayırmada kullanılabileceğini keşfettiler.
Böylece güneşin bu hareketinden yararlanarak ilk güneş saatini yaptılar. Bu saat meydanlık bir yere yüksek bir taş koymak ve güneşin hareketi sırasında bu taşın gölgesini takip etmekten ibaretti.
Mısır konumu itibari ile kuzey yarım kürede fakat ekvatora da yakın bir ülke olduğundan güneş doğduğunda gölge hemen tam batıda oluşuyor güneş yükseldikçe gölge kuzeye yani sağa doğru hareket ederek
güneş batışında doğu yönüne ulaşıyordu. Yani gölge bugünkü tüm
saatlerin akrep ve yelkovanında olduğu gibi soldan sağa doğru dönüyordu.
Daha sonraları pendulumlu pilli saatlerde de yön değişmedi hatta sağa doğru dönüşler 'saat yönüne dönüş' diye adlandırılır oldu.
Avustralya gibi ekvatorun güneyindeki ülkelerde güneş doğarken taşın gölgesi güneye düşer ve güneş yükseldikçe sola doğru dönüş yapar. İlk saat orada keşfedilseydi bugün akrep ve yelkovan ters yönde dönüyor olabilirdi
İskambil kağıtlarındaki şekillerin anlamı nedir?
Oyun kartlarının nerede ve ne zaman ortaya çıktığı tam olarak
bilinmiyor. 7. ve 10. yüzyıllar arasında Çin'de ortaya çıktığı ve 13.
yüzyılda Marco Polo tarafından Avrupa'ya getirildiği tahmin ediliyor.
Hindistan'dan veya Arabistan'dan geldiğini ileri sürenler de var arna
bugünkü şekilleriyle kullanılmalarının 14. yüzyıl Fransa'sına dayandığı
kesin gibi.
O tarihlerde Fransa'da dört sınıf vardı ve iskambil kağıtlarındaki kupa maça karo ve sinek bu dört sınıfı temsil ediyordu. Kupa bir kalkanı andıran şekli ile asil sınıfı ve kiliseyi maça bir mızrağın ucunu çağrıştıran şekli ile orduyu karo ticari deniz işletmelerinin eşkenar dörtken kiremitlerinden esinlenerek orta sınıfı sinek ise yonca yaprağına benzeyen şekli ile köylüyü temsil ediyordu. Bugün briç poker veya benzeri oyunlarda kupanın en değerli sineğin ise en değersiz kart olmasının nedeni işte bu sınıflamadır.
Aslında bizde papaz adı verilen kartın adı İngilizce'de kral (king) kızın ise kraliçedir (queen). Vale veya oğlan için ilk zamanlarda düzenbaz anlamına gelen 'knave' kelimesi kullanılırken günümüzde 'jack' ismi kullanılmaktadır. Yani yabancı kartlarda kral ve kraliçe evli iken bizde biraz yaşlı görülerek krala papaz adı verilmiş kraliçeye de 'kız' denilerek oğlana layık görülmüştür.
Bazı ülkelerde oyun kartlarında değişik isim ve semboller kullanılmasına rağmen
en yaygın olanı Fransızların kullandıklarıdır. Fransızlar 'maça'
şeklini mızrağa benzeterek 'pique' adını vermişlerdir. İngilizce'de ise
aynı anlamdaki 'spades' kelimesi kullanılmaktadır. Her ne kadar bir
kalkanı andırdığı için asil sınıfı temsil ettiği ileri sürülse de
'kupa' klasik bir kalp şeklidir. Bu nedenle Fransızlar ona 'coeur' ingilizler ise 'heart' adını vermişlerdir.
'Karo' için Fransızca'da kare anlamındaki 'carreau' kullanılırken
İngilizler elmas anlamındaki 'diamond'u tercih etmişlerdir. Bizim
'sinek' dediğimiz şekil ise çok açık üç yapraklı bir yoncadır.
Fransızlar bu anlamdaki 'trefle' kelimesini kullanırlarken İngilizler 'club' (kulüp) ismini kullanmışlardır.
İşte bu nedenle briç oyuncuları 'maça'ya 'pik' 'kupa'ya 'kör' 'sinek'e de 'trefli' derler zaten aslına uygun olan 'karo'yu da olduğu gibi kullanırlar. Birli papaz kız ve oğlan için kullanılan as rua dam ve vale isimleri de yine Fransızca karşılıkları As Roi Dame ve Valet kelimelerinden dilimize geçmiştir
Buzlanmış yollara neden tuz dökülüyor?
Kışın çok kar yağışı alan bir bölgede yaşıyorsanız
karayolları görevlilerinin yollardaki buzlanmayı gidermek için tuzu
kullandıklarını görmüşsünüzdür. Ancak tuz aynı zamanda dondurma
yapımında da kullanılmaktadır. Peki ama tuz bu iki ters gibi görülen işlevi nasıl becermektedir?
Herkesin sandığının aksine tuz suyun içinde şekerin eridiği gibi
erimez. Tuz buzun içine girince onu çözer. Tuz yine kalır ama buz
çözüldüğü için artık o su değil tuzlu sudur ve erime noktası saf sudan daha düşüktür.
Buzlanmış yollara tuz döküldüğü zaman tuz önce buz ile çözümlenerek bir buzlu su tabakası oluşturur ve bu çözeltinin donma noktası düşük olduğundan
sıfırın altındaki sıcaklıklarda bile donmadan kalabilir. Günümüzde
ABD'de üretilen tuzun yüzde 45'i yollardaki buzun eritilmesinde
kullanılmaktadır.
Bilindiği gibi su
sıcaklığı sıfır dereceye varınca donar. Suya tuz ilavesi ile bu donma
sıcaklığı da düşer. Suya yüzde 10 tuz ilavesi donma sıcaklığını -6
dereceye indirir. Yüzde 20 tuz karıştırılmış su ise -16 derecede donar.
Ancak yolun veya buzun ısısı -16 dereceden de az ise artık tuzun
erimede pek etkisi olmaz sadece buzun üstünde kalarak tekerleklerin kaymasını azaltabilir.
Dondurma yaparken de karışımın çevresinde çok düşük ısıya ihtiyaç
vardır. Dondurma karışımının etrafındaki ısının çok düşük olması
ancak bu düşük ısıda karışımın donmaması gerekir. Burada eklenen tuz
karışımın sıfır derecenin altında bile donmadan dondurmanın
oluşturulmasını sağlar.
Hatırlarsanız 'Titanic' filminde okyanus suyunun ısısı sıfırın birkaç derece altında olmasına rağmen deniz suyunun yüzeyi içindeki tuz nedeni ile hala donmamıştı
24 ayar altın ne demektir?
Bizde altının saflığını gösterme ölçüsü olarak genellikle 'ayar' kelimesi kullanılır ama uluslararası piyasada kullanılan kelime 'kırat'tır. 'Kırat' hem altının hem de elmas ve diğer kıymetli taşların ölçümünde kullanılan bir birimdir.
Elmas ve değerli taşlan ölçmede kullanılan 'kırat'ın bir birimi 200 miligrama (0200 gram) eşittir. Yani 20 gramlık bir elmasınız varsa
bu 100 kıratlık bir elmastır. Doğada bulunan elmasın büyüklüğü çok
seyrek olarak bir santimetrenin üzerindedir. Bugüne kadar bulunan en
büyük elmas 3.106 kıratlık 'Culli-an'dır. Bundan 530 ve 517 kıratlık
iki büyük ve 100 küçük elmas işlenmiştir.
Altında kullanılan 'kırat' veya 'ayar' ise altının saflığını gösterir. 24 kırat (ayar) altın
içinde karışık başka bir metal olmayan yüzde yüz saf altındır. Tamamen
saf altın çok yumuşak olduğundan genellikle bakır veya gümüş ile
karıştırılır. Her bir kırat (ayar) altının tümünün 24'de biridir.
Örneğin bir bileziğin 24'de 18'i altın 24'de 6'sı da gümüşten yapılmışsa o bilezik 18 kırat
(ayar) altındır.
Altını ölçmede kullanılan bu komik sistem yaklaşık bin yıl evvelki Almanların Mark isimli bir altın parasından kaynaklanmaktadır. Tamamen saf altından yapılan bu para 48
gramdı ve elmas ölçü biriminde ağırlığına göre 24 kırat ediyordu.
Sonradan içine başka maddeler karıştırıldıkça içindeki altın miktarına
bağlı olarak kırat ölçüsü düşürüldü.
Altın beyaz kırmızı sarı gibi çeşitli renklerde beğenimize sunulur. Altın bakır ile karıştırılmışsa 'kırmızı altın' gümüş ile karıştırılmışsa 'sarı altın' nikel veya platin gibi metaller içeriyorsa 'beyaz altın' adı verilir.
Yüzme yarışları neden dört ayrı stilde yapılıyor?
Yüzme yarışları serbest (kravl) kelebek
kurbağalama ve sırtüstü olmak üzere dört ayrı kategoride yapılır. Ancak
'kelebek' gibi her insanın kolay kolay yüzemeyeceği bir sitilin niçin
yarışmalara alındığı pek bilinmez. Aslında bütün stillerin orijini
kur-bağalamadır. Uluslararası yüzme federasyonu kurulmadan önce başka
ilginç kategoriler de vardı. Örneğin 1900 yılında Fransa'da Sen
nehrinde yapılan 200 metre engelli yarışında yüzücüler sudaki direklere çıkıyor
sandalların altlarından geçiyorlardı. Bilmen en eski yüzüş şekli
kurbağalamadın Az enerji harcanması nedeni ile bu stil suda hayat
kurtarmada ve keyif için yüzmede de kullanılır. İki kolun ileri uzatılıp suyun ellerle iki yandan geri çekilmesi bu arada bacakların da senkronize hareket etmesi kurbağaların yüzüşüne benzediğinden bu adı almıştır. İlk zamanlarda kulaç tamamlandığında nefes de kol hareketi başlamadan önce alındığı için
bu arada hız da çok azaldığından dura dura yü-zülüyormuş gibi
görünürdü. Gittikçe gelişen bu stilde şimdilerde nefes kolun geri
çekiliş hareketinin tamamlanmasından az önce alınmakta
yüzücüler de duraksamadan yüzmektedirler.Kelebek stilin kurbağalamadan
asıl farkı kol hareketleridir. Kollar ileri hareketlerini suyun
üstünden yaparlar. 1933 yılında ABD'de yapılan bir yarışta Henry Myers
adlı bir yarışmacı kurbağalama stili ile yüzüşün kurallara uygun olduğu
konusunda ısrar etmiş ve sonuçta yarışa kabul edilmiştir.
Sonradan kelebek stili ayrı bir dal olarak yarışmalara alınmıştır.
Başlangıçta yüzücüler ayaklarını kurbağalamada olduğu gibi yana hareket
ettirirlerken sonra yunusun kuyruğu gibi çırpmağa başlamışlardır..
Aslına bakarsanız yunusiama olması gereken bu stilin adı herhalde
kelebeklerin uçuşuna benzetildiğinden olacak kelebek (İngilizce'de
butterfly) olarak kabul görmüştür.
Sırtüstü yüzüş şekli ise 20. yüzyılın başında gelişmeye başladı. Bunda
da başlangıçta kol ve ayak hareketleri kurbağalamaya benziyordu. ABD'li
Harry Hebner kravl sitile benzer kol ve ayak hareketlerini geliştirdi
ve bu şekilde yüzdüğü ilk yarışta kurallara uymadığı gerekçesiyle
diskalifiye edildi. Yapılan itirazlar sonunda kurallarda sırtüstü
bulunma dışında bir kısıtlama olmadığı ve bu stilin sırtüstü yüzme
hızını daha da geliştirdiği anlaşılarak resmi olarak kabul edildi ve
Harry'nin madalyası verildi.
Serbest stil de denilen kravl yüzüşün
yüksek dalgalarla mücadele edebilmek için Güney Pasifik yerlileri
tarafından geliştirildiği sanılıyor. Bütün yüzüş şekilleri arasında en
hızlısı olan bu stil 1902 yılında Avustralyalılar tarafından Avrupa'ya
taşındı. Stil Amerika'ya ulaşınca ayaklar her kulaçta önce 4 kez sonra 1917 yılında iki kadın tarafından daha da geliştirilerek 6 kez çırpılmaya başlandı ve sürat arttıkça arttı.
İngilizce'de hindiye neden Turkey deniliyor?
Özellikle ABD'de Hıristiyanların şükran günlerinin önemli bir sembolü
olan hindi aslında Amerika kıtasının yerlisidir. Vahşi hindi cinsleri
Kristof Kolomb kıtayı keşfetmeden de önce Kuzey Amerika'da yaşıyordu.
Hatta Avrupa'dan Güney Amerika'ya ilk gelenler Azteklerin bir cins
hindi ırkını ehlileştirdikle-rini görmüşlerdi.
Amerikan hindileri Avrupa'ya 1519 yılında İspanyollar tarafından getirilmiş daha sonra bütün Avrupa'da yayılıp 1541 yılında İngiltere'ye ulaşmışlardı. Hayvancağızı gören İngilizlerin kafaları karışmış
o zamanlar Türk toprakları olan Batı Afrika'dan Portekizli tüccarların
getirdikleri Afrika hindisi veya yine Türkiye üzerinden getirilen Hint
tavuğu sanmışlardı. Sonunda her iki ırkın farklı olduğu anlaşılmıştı
ama bu Amerikan kökenli kuşun adı 17. yüzyılda Amerika'ya göç eden
İngiliz göçmenler sayesinde Amerika'da 'Turkey' olarak yerleşti.
Tabii bu Türkiye'nin isminin niçin İngilizce'de hindi anlamında
kullanıldığının resmi açıklaması. Bunun yanında uydurulmuş başka tezler
de var. Bunlardan biri Kolomb'un ilk yolculuğuna katılan bir Portekiz
Yahudi'si Jose de Torres'in hindiyi görünce İbranice 'büyük kuş' anlamında 'Tukki tukki' diye bağırması
diğeri de sürekli batıya doğru giderek Hindistan'a ulaşmayı hedefleyen
Kolomb'un Amerika'ya vardığında burayı Hindistan ve hindiyi de Hint
tavus kuşu sanarak onu 'Tuka' diye adlandırması ve zamanla bu kelimenin
Turkey olarak telaffuz
edilmesidir.
Durun daha tezler bitmedi. Bir başka tezde de
Kızılderililer hindiye 'Fırke' dediklerinden bu sözcüğün İngilizce'deki
telafu-zu ile 'turkey'ye dönüştüğü ileri sürülüyor. Daha başka hindi
tezleri de var. Örneğin hindilerin korkunca çıkardıkları seslerin
insanlar tarafından turk - turk -turk (törk) diye taklit edilmesiyle
zamanla onlara Turkey denilmesine neden olduğu bile iddia ediliyor.
Bunda alınıp gücenecek bir şey yok. Türkçe'de de hindi kelimesi
Hindistan anlamına çok yakındır. Ayrıca bizde de bir 'Mısır' örneği var.
Hindiler başlangıçta renkli tüyleri nedeni ile kümeslerde süshayvanı olarak yetiştirilmişler
et kalitelerinin farkına ise 1935'den sonra varılmıştır. Erkek hindiler
130 santim boya ve 10 kilo ağırlığa ulaşabilirlerken dişiler neredeyse
yarı ağırlıktadırlar. Vahşi hindiler akarsu ve göl kenarlarında
yaşamayı tercih ederler ve tehlike anında 400 metre mesafeye
uçabilirler.
Bu arada marketlerde niçin hiç hindi yumurtası satılmıyor dikkatinizi çekti mi? Günümüzde tavuklar yılda ortalama 250'den fazla yumurtlayabiliyorlarken hindiler 100 - 120 adet yumurtlarlar ve yumurtaları 4 -5 kez daha ağırdır. Daha ziyade yeni hindileri üretmekte kullanılırlar.
Yağmurda koşan neden daha çok ıslanıyor?
Yağmur yağarken koşanların daha çok ıslanacağını ileri süren
insanı yağmurda sallana sallana dolaşmaya iteleyen bir görüş ile hiçbir
şey fark etmeyeceğini iddia eden bir başka görüş ortada dolanıp
durmaktadır.
Hiçbir şey değişmeyeceğini söyleyenlerin görüşüne göre vücudunuzun bir
dikdörtgen olduğunu ve yağmur damlalarının yere dik düştüğünü farz
edelim. İster bir yüz metreci gibi hızlı koşun
ister sallanarak yürüyün bir şey fark etmez. Hızınıza bağlı olmadan
vücudunu/a düşen yağmur tanesi sayısı aynı kalır. Koştukça ön
tarafınıza bir saniyede daha çok yağmur tanesi isabet edecektir ama
süre kısaldığından toplam sayı ve sonuç değişmeyecektir.
'Yağmurda yürüyünüz' diyenler ise koşma durumunda yağmur damlalarının
aynı sürede daha çok sayıda birikeceğini ve buharlaşmaları için daha az
zaman olduğundan üzerimizin daha ıslak olacağını aerodinamik tesirleri hesaba katarak düz yürürken üzerimize düşmeyecek düşey damlaların koşarsak karşıdan gelecekleri için temas edeceklerini
yürürken başımıza düşen damla sayısının koştuğumuz sırada düşenden
fazla olamayacağım ileri sürerek 'ahmak ıslatan' diye de tabir edilen
hafif yağışlarda yürümeyi öneriyorlar. Tabii burada unutulmaması
gereken şey yavaş yürürken bacaklarımızın da çok yağış alacağı.
'Koşunuz!' görüşüne göre ise yağmurda koşmakla yürümek arasında
vücudumuza düşen yağmur tanesi miktarı açısından bir fark olmayabilir
ama önemli olan başımıza düşen miktardır. Bu nedenle koşarsak süre
kısalır ve başımıza düşen yağmur
miktarı azalır.
Yapılan bir deneyde yağmur karşıdan 45 derece açı ile yağı-yorken bir defter kağıdına aynı mesafe 7 saniyede koşulduğun-da 131 damla 20 saniyede yürünüldüğünde ise 216 damla isabet ettiği saptanmıştır. Buna göre yağmurda yürüyerek gitmek koşmaya göre neredeyse iki misli ıslanmak anlamına gelmektedir.
Şüphesiz bu önermeler yapılırken rüzgarın yönü
üzerimizdeki giysilerin şekli ve cinsi ve en önemlisi kapalı alana
ulaşılacak mesafe göz önüne alınmamış ve değerlendirmeler kısa
mesafelere göre yapılmıştır. Uzun mesafelerde hiç şansınız yok koşabildiğiniz kadar koşun ama en doğrusu yağmur geçene kadar kapalı bir yerde oyalanın
Ev çiçekleri bize nasıl zarar verebilirler?
Evimizdeki bitkiler veya süs çiçekleri solunumlarında gündüzleri
havadaki karbondioksiti alarak oksijen verirler ama geceleri ise bizim
gibi oksijen alarak karbondioksit verirler. Bu nedenle de çiçeklerle
aynı odada uyumanın
havadaki oksijen azalacağı için zararlı olabileceği konusunda genel bir
inanış vardır. Aslında bu doğrudur ama sanıldığı kadar tehlikeli
değildir.
Konuyu daha iyi anlamamız için bir bitkinin aynı anda yaptığı iki işi bilmemiz lazım. Birincisi hücrelerin nefes alışı ikincisi de ışık ve klorofil özümlemesi diye de adlandırılan fotosentezdir. Bu iki olay tamamen birbirinden farklı iki ayrı işlemdir.
Tüm canlı hücrelerde olduğu gibi bitki hücrelerinin de yaşayabilmeleri
için havadaki oksijene ihtiyaçları vardır. Havadan nefes yolu ile
aldıkları oksijenle şeker gibi gıda moleküllerini yakarlar enerji kazanırlar. Bu gündüz ve gece yaşamları boyunca durmaksızın devam eder.
Bitkilerin yapraklarındaki hücreler aynı zamanda gündüzleri ışıkla
birlikte fotosentez işlemini gerçekleştirirler. Yani bitki gündüzleri
her iki işlemi birlikte yaparken geceleri sadece nefes almaya devam
eder. Fotosentez işleminde bitkiler havadan karbondioksiti alıp oksijen
verirler. Ancak hücreler buradan çıkan oksijeni nefes almada tekrar
kullanırlarken nefes verişteki karbondioksiti de fotosentezde kullanırlar.
Ortalama yetişkin bir insan hareketsiz durumda bir dakikada 15
bir günde 20 bin kez nefes alır. Her solumada yarım litre hava
ciğerlerine girer. Yani dakikada 7-8 litre havayı ciğerlerine çeker ve
tekrar verir. Bu
günde 11 bin litre hava demektir. Aslında nefes alırken havadan oksijen
alıp karbondioksit veririz ifadesi de tam doğru değildir.
Aldığımız havada hem oksijen vardır
hem de karbondioksit. Verdiğimizde de aynı şekildedir ama oranları
değişiktir. Ciğerlerimize aldığımız havadaki oksijen oranı yüzde 21
iken dışarı verdiğimizdekinde yüzde 16'dır. Yani her nefeste aldığımız
havanın yüzde 5-6'sı vücudumuzda oksijen olarak kullanılır. Dolayısıyla
havadan aldığımız günlük oksijen miktarı ortalama 570 litre
civarındadır.
Gündüzleri yeterli ışık altında bitkilerdeki fotosentez işlemi
bitkinin nefes almasından daha yoğundur. Yani ortaya fazladan oksijen
çıkar ve gündüzleri odanızdaki havadaki oksijen miktarını artırırlar.
Geceleri ışık olmadığından ve karanlıkta fotosentez işlemi
yapılamadığından nefes almaya devam eden bitkilerden çıkan karbondioksit miktarı daha çoktur.
Evlerimizdeki bitkilerin veya süs çiçeklerinin gündüz çıkar-dıkları fazla oksijen ve gece verdikleri karbondioksit miktarı
insanın soluduğu havanın içindeki oksijen miktarı yanında o kadar a/dır
ki sağlığımızı etkileyebilmesi mümkün değildir. Ancak kapısı penceresi hava sızdırmaz küçük bir odada dev bitkilerle birlikte yatma gibi bir alışkanlığını/ varsa başka tabii...
Sabun kiri nasıl gideriyor?
Aslında sabun bir antiseptik yani mikrop öldürücü değildir. Normal bir deri üzerinde ölü deri hücreleri kurumuş ter çeşitli bakteriler yağlı ifrazatlar ve toz vardır. Sabunun özelliği
mekanik olarak derimizin üzerinden bunların alınmasını sağlamasıdır.
Suyu ve yağı (ne yağı olursa olsun) aynı kaba koyarsanız birbirlerine
hiç karışmazlar aksine su ve yağ molekülleri arasında birbirlerini iten
bir güç vardır. Elimizi sadece su ile yıkadığımızda derimizin üzerindeki yağ tabakası suyun derimize temasına mani olur onu dağıtır ve tam anlamı ile temizlik sağlanamaz. İşte burada sabun devreye girer ve aracılık rolünü üstlenir.
Sabunun bilinen tarihi 2000 yıldan da öncesine uzanır. Hatta Anadolu'da
4000 yıl evvel Hititlerin yaktıkları bitkilerin külleri ile ellerini
temizledikleri bilinmektedir. Sabun tarihinin her döneminde ucuz ve kolay bulunabilen malzemelerden yapılmıştır. Romalılar sabun yapabilmek için kireç taşını ısıtarak kireç elde etmiş
bu ıslak kireci sıcak ağaç külleri üzerine püskürtüp sonra da
karıştırmışlardır. Oluşan gri çamuru sıcak su dolu bir kazana dökerek
keçi yağı ile saatlerce karıştırarak kaynatmışlar-dır. Kirli kahverengi
kalın bir tabaka oluşunca soğumaya bırakmışlardır. Soğuma sonucu sertleşen tabakayı parçalara bölerek sabun olarak kullanmışlardır.
İşte sabun budur. Her sabun kireç gibi bir alkali madde ile bir çeşit
yağın karışımıdır. Günümüzde alkali olarak kireç yerine genellikle
kostik soda kullanılıyor. Keçi yağı yerine de sığır ve koyun yağlarından elde edilen don yağları hurma pamuk çekirdeği ve zeytinden elde edilen yağlar kullanılıyor.
Alkali ve yağdan meydana gelen sabun da anne ve babasının özelliklerini
taşır. Yani bir taraftan yağı severken diğer taraftan suyu sever. Sabun
moleküllerinin bir ucu yağı diğer ucu da bir alkali olan suyu çeker. Ellerimizi ovuşturduğumuzda yağ ve kirler
dolayısıyla içindeki bakteriler parçalanır. Sabun molekülleri bu yağlı
kirleri sararlar suyla birleştirirler ve artık çözünemez hale
getirirler. Musluktan akan su ile de uzaklaşır giderler. Ellerin
kurulanması ile de bakterilerin çok sevdiği nemli ortam ortadan kalkmış
olur.
Günümüzün modern marketlerinde ise sabunun bazı katkı maddeleri boyalar parfümler deodoranlar bakteri giderici maddeler kremler losyonlar ve reklamlarda söylenilen diğer maddeler eklenmiş hali ile karşılaşıyoruz. Şampuan diş macunu tıraş kremi ve kozmetikler sabunun sodyumun değişik bileşikleri ile yapılmış diğer adlarıdır. Eğer kostik soda yerine potasyum kullanılırsa daha yumuşak olan sıvı sabun elde edilir.
Sirklerde kılıcı nasıl yutuyorlar?
İster inanın
ister inanmayın gösterilerde kılıcı yutanların yaptıkları numara sahte
değildir. Gerçekten kılıcı yutarlar. Ana problem gırtlak adalelerini
rahatlatmayı öğrenmek
böylece yutkunmaya mani olmaktır. Bu özellik haftalar boyu süren
egzersizlerle kazanılabilir. Kılıcın boğazı kesme ihtimali yoktur çünkü her iki tarafı da keskin değildir
yani kördür. Kılıcın ucu sivri gibi görünür ama midenizin tabanına
ulaşamayacak boyda bir kılıç seçerseniz bu da problem yaratmaz.
Kılıç ve alev yutmanın büyük ustalarından Dan Mannix bu konuda 1951 yılında bir kitap bile yazmıştır. Mannix bu işi başarabilmek için haftalar boyunca günde en az bir saat
kesme ihtimali olmayan bir kılıç ile çalıştığını söylüyor. Birinci
problem yutkunma refleksinden çıkmış. Yine haftalarca öğle yemeği
yemeyerek
kılıç boğazdan girerken boğazın büzüşmesi problemini halletmiş. Sonunda
bir gün kılıcı sokarken boğazı gevşeyebilir hale gelmiş.
Mannix işin en zor yanını geçtiğini zannederken esas zorlukla Adem
Elma'sı denilen yerin arkasında karşılaşmış. Oradaki kıvrımı da geçmeyi
başardıktan sonra kaburga kemiklerine de dikkat ederek kılıcı kabzasına kadar yutabilme yeteneğini kazanmış.
Kılıç yutmayı evde kendi kendine öğrenmeye kalkışmak son derece
tehlikelidir. Hele bu numarayı yaparken konuşmayı profesyoneller
düşünmezler bile. Yutmadan önce ve sonra kılıcın steril hale
getirilmesi de çok önemli bir husustur.
Çok az da olsa katlanabilir kılıçları kullanan bazı hilebazlar ortaya çıkınca Mannix kılıcı gerçekten yuttuğunu ispatlayacak başka numaralara geçmiş. Özel olarak imal edilmiş çok ince kalınlıktaki elektrik bağlantıları sadece bir tarafında bulunan 'U' şeklindeki bir neon tübü yutmuş. Elektrik verilip neon lambası yanınca ışık vücudunun dışından da görülmüş. Böylece bu tip şeyleri gerçekten yuttuğunu ispatlamış.
Mannix ve asistanları işi öyle geliştirmişler ki kızgın kızarmış kılıçları yutma numaraları bile yapmışlar. Tabii önce asbest bir kılıç kınını yutarak.
Gazeteler neden enine düzgün yırtılamıyor?
Denerseniz göreceksiniz ki
bir gazete sayfasını yukarıdan aşağıya düzgün olarak yırtabilirsiniz.
Ancak sağdan sola yani enine yırttığınızda düzgün yırlamazsınız
muhakkak zikzaklar oluşur.Gazete kağıdının ana maddesinin ağaç olduğunu
hepimiz biliyoruz. Bir gazete kağıdında ağacın lifleri yukarıdan
aşağıya olacak şekilde gelir.
İşte bu sebeple bir gazete sayfasını düşey olarak yırtarsanız yırtık liflerin yolunu takip ederek düzgün bir şekilde aşağıya kadar iner. Enine yırtıldığında her life rastlayışında yırtılma zikzak çizer.
Peki lifler niçin düşey doğrultuda? Bunun nedeni kağıdın üretiliş
biçiminde yatıyor. Bu lifler çok az su içeriyor ve üretim bandında bandın hareketi boyunca yayılıyor. Üretim bandı sonunda su kuruyor ama lifler kağıtta uzunlamasına yer alıyor.
Atletler neden saat yönünün aksine koşuyor?
Sağ elini kullanan insanlar ayakla yapılan hareketlerde de sağ bacaklarını öncelikle kullanırlar. Bu nedenle de sağ bacakları daha güçlüdür.
Sola kavis çizerek koştuklarında sağ ayak dışarıda kalır. Özellikle kısa mesafe koşularında
pistin köşelerinde koşucular hafif içe meylederek koştukları için sağ
ayağa daha çok yük biner ve koşucu bu kuvvetli ayağı ile sola doğru
daha rahat koşar.
İnsanların çoğu sağ ellerini kullanırlar. Erkeklerin sadece yüzde 5'i
kadınların ise yüzde 3'ü solaktır. Çoğunluğun rahatı düşünüldüğü için
de atletler pistte saat yönünün aksi yönde koşarlar. Tabii bu durumda
ve özellikle 400 metre koşularında solakların şansı biraz azalmış
oluyor.
Geri: Tüm NEDEN'lerinizin cevapları Burada... [güncellenecektir...]
Boks ringleri neden dört köşedir?
Bilindiği gibi 'ring' kelimesi İngilizce'de daire halka anlamındadır. Parmağa takılan yüzüğe bile bu nedenle 'ring' denilir. Aslında geçmişte profesyonel boksta boksörler grup halinde kasabadan kasabaya dolaşır oradaki yerli boksörlerle maç
yaparlardı.
Boks yapılacak alana seyirciler daire şeklinde yerleştirilir en
önde oturanlara alanı çevreleyen ip tutturularak
başkalarının boks yapılacak yere girmeleri önlenirdi. Ayrıca sahnedeki
boksöre meydan okuyan biri kafasını bu ipe çarparak dövüşmek isteğini
belirtirdi.
Seyirci miktarı artınca bu usulü uygulamak zorlaştı. Yere dikilen
kazıklara ip bağlanarak boks yeri belirlenmeye başlandı. Tabii ki bu iş
için en uygun şekil kare idi.
Boks yapılan yerlerin dünyanın her yanında kare olmasına rağmen "ring" diye adlandırılmasının hikayesi işte bu!
Asansör düşerken zıplanılsa ne olur ?
Düşünün ki asansörünüz bozuldu ve 60-70 km/saat
yani saniyede 18 metre hızla düşüyor. Siz de son saniyede yukarı
zıplıyorsunuz. Yukarı zıplamanız olsa olsa saniyede 4-5 metre hızla
olabilir. Yani siz yine de yaklaşık saniyede 13-14 metre hızla yere
düşmeye devam ediyorsunuz.
İster saniyede 18 metre isterse 13 metre hızla yere düşün sonuç fark etmez. Sizi yerden kazımak zorunda kalabilirler. Lütfen panik yapmayın asansörü tutan tek bir kablo değildir en azından 5 veya 6 kablo vardır. Bu kabloların her biri tek başına asansörün ağırlığını taşıyabilir.
Diyelim ki bu kabloların hiçbiri görevini yapmadı asansörü durduracak bir başka fren donanımı daha vardır. Hatta bazı asansör boşluklarında ilaveten yaylı veya yağlı hayati tehlikeyi önleyecek özel sistemler de bulunur.
Bu sistemlerin hiçbiri çalışmazsa yine de iyimser olmaya çalışın hiç olmazsa hayatınızda bir kere hiçbir katta durmadan doğrudan zemine inmiş oluyorsunuz!
Mum yanınca neden geriye bir şey kalmıyor?
Gerçi şimdi elektrikler kesilince otomatik olarak devreye giren lambalar
hatta jeneratörler var ama mum hayatımız boyunca evimizin demirbaşı
olmuştur. Onu o kadar hayatımızın olağan bir parçası olarak
algılamışızdır ki fitiline bir kibrit çaktığımızda onun nasıl yandığını yandıkça katı kısmının nereye gittiğini düşünmeyiz bile.
Tarihi çok eskiye uzanan mum ışığının adeta büyülü bir gücü vardır. İnsanda romantik duygular uyandırdığı gibi
tüm dinlerde ruhani bir yeri de vardır. Ayin ve adakların vazgeçilmez
malzemesidir. Mum tarihin ilk icatlarından biridir. Mısır'da ve Girit
adasında milattan 3000 yıl önceden kalma mumlar bulunmuştur ama en
yaygın kullanışı ortaçağda Avrupa'da olmuştur. Tarihi bu kadar eski
olup da günümüzde de popülaritesini yitirmeyen ve çok yaygın olarak
kullanılan başka hiçbir şey yoktur.
Aslında mumun yapısı çok basittir ama yanma mekanizması o kadar basit
değildir. Mumun yapısında iki ana eleman vardır. Birincisi yakıt
görevini gören bir çeşit balmumu ikincisi de emici özelliği olan bir çeşit sicim
yani fitil. Fitilin emici özelliği çok önemlidir. Çünkü mumun yanma
sırrı burada gizlidir. Bu özellik gaz lambalarının fitillerinde de
vardır ve onlar da aynı prensiple çalışırlar.
Elinize herhangi bir sicim alıp ucundan su dolu bir kaba
daldırdığınızda suyun sicim tarafından emildiğini ve suyun sicim
boyunca yukarı çıktığını renginin koyulaşmasından anlayabilirsiniz.
İşte fitil de mumun üst kısmında alevden dolayı eriyen balmumunu emerek
üst kısmına taşır ve bu bölgede yanmanın devamını sağlar yani burada asıl yanan ve ışığı veren fitil değil balmumunun kendisidir.
Parafin balmumları ham petrolden yapılır yani koyu bir hidrokarbon olup iyi bir yanıcıdırlar. Çakmağı çakıp fitili tutuşturunca mumun en üst tabakasının da erimesine ve dolayısıyla mekanizmanın çalışmaya başlamasına sebep olursunuz. Fitil bu erimiş balmumunu yukarı aleve doğru taşır
balmumu alevin sıcaklığında buharlaşır ve tutuşur. Yanan şey aslında
mumun katı kısmı olduğundan mum tümüyle yanıp bittiğinde geriye pek bir
şey kalmaz.
Mum yapmada en çok arı balmumu
benzin üretiminde petrolden çıkan bir yan ürün olan parafin veya
bitkisel ve hayvansal yağlardan yapılan 'stearin' kullanılır. Günümüzde
en fazla kullanılan mumlar bunların karışımı ile elde ediliyor. Mumlar
çekme yöntemi ile
dökülerek veya pres edilerek yapılıyor. Her şey tamamlandıktan sonra
boya banyolarına sokulurlar ve en sonunda da parlaklık kazandırmak için
soğuk suya daldırılırlar.
Yazın neden açık renk giysiler giyiyoruz?
Yaz günleri
güneşli sıcak günlerde genellikle beyaz veya açık renkli giysiler
giyeriz. Beyaz renk güneş ışığı içinde bulunan bütün ışınları yansıtır
yani bütün renklerin birleşimidir. Siyah renk ise tam aksine bütün
ışınları emer. Siyah renk üzerinde hiçbir ışın yansımaz yani aslında siyah bir renk değildir renksizliktir.
Siyah renkli kumaşlar ışığın hepsini tuttuklarından
beyaz kumaşlara göre tenimizi 5 derece daha sıcak tutarlar. Peki
öyleyse Sina çöllerindeki bedeviler niçin siyah renkte giysi giymeyi
tercih ediyorlar? Çünkü siyah renkli giysi
kumaş ile tenin arasındaki havayı ısıtıyor ama aynı anda bir
havalandırma mekanizmasının da çalışmasını sağlıyor. Bu ısınan havanın
yerini alan hava bedevilerin serinlik hissi duymalarını sağlıyor.
Siyah giysiler güneşin tüm ışınlarını tenimize geçirirler ama
beraberlerinde enfraruj ışınlarını da. Bu nedenle çok güneşli bir günde
açık renk giymek kesinlikle faydalıdır. Kapalı bir yerde ise enfraruj
ışınları nüfuz edemeyeceği için siyah rengin ısıyı daha fazla iletmesi
avantaj yaratabilir. Belki de dışa beyaz içe siyah giymek giysi ten ve hava arasındaki ısı alışverişi için en ideal kombinasyondur. Tabii kışın da tam tersi.
Kışın üst üste giyinmenin asıl faydası iki giysi arasında hava tabakası
oluşmasıdır. Bilindiği gibi hava iyi bir izolatördür. Yani ısı
iletkenliği iyi değildir. Bu şekilde güneşin ışığı tutulduğu gibi
vücuttan da ısı kaybı olmaz. Yani kışın iki kat giyinildiğin-de
dıştakinin siyah içteki giysinin ise beyaz renk olması gerçekten faydalıdır.
Camın arkasında güneşte bronzlaşabilir miyiz?
Hayır. Güneşte cildimizin renginin değişmesini sağlayan güneş ışığının
içindeki ültraviyole (UV) ışınlarıdır ki bunlar camdan geçemez. UV
ışınları görünmeyen yüksek enerjili kısa dalga boylu ve görebildiğimiz renk dağılımında mor rengin ötesinde yer alan ışınlardır. Bunun için çok güneşli bir havada güneş tam karşıdan gelirken araba kullandığımızda yüzümüz değil de açık olan pencereye yaslı kolumuz kızarır.
Bizim bronzlaşma ve çok sağlıklı görünüyoruz diye beğendiğimiz
derimizin güneş altında rengini değiştirmesi olayı aslında 'derma' diye
bilinen cildimizin ikinci tabakasındaki pigment hücrelerinin bir
reaksiyonudur. Bu hücreler UV ışınlarına maruz kaldıklarında 'melanin'
denilen daha koyu pigmentlerin miktarım artırırlar. Bu koyu pigmentler
derimizin üst tabakalarına gelirler ve böylece derimizin rengi
koyulaşır.
Melanin UV ışınlarını emer yani vücudun melanin üretimini artırması
vücudumuzu UV ışınlarının tehlikeli etkilerinden korumak içindir. Ama
bir noktadan sonra bu da geçerli değildir. Güneşin altında ne kadar
yanmış olursak olalım derimizin rengi ne kadar koyulaşırsa koyulaşsın yine de güneş ışığının içindeki UV ışınlarının yarısını derimiz içine almaya devam edebilir.
Aşırı UV ışınlarına maruz kalmak sonunda deri kanserine bile yol
açabilir. Her yıl yarım milyon insanda bu hastalık görülmektedir.
Özellikle gençler arasında giderek artmaktadır. Gerçi bu tür genellikle başarı ile tedavi edilmektedir ama ciğere veya beyine yayılabilecek çok daha kötü türleri de vardır.
Çok güneşli havalarda UV ışınlarından korunmak şapka ve gözlük takmak tavsiye edilir. UV ışınları gözlerimize de çok zararlıdır. Unutmayalım ki
vücudumuzdaki en ince deri göz ka-paklarımızdadır. Güneşe çıkmak
zorunda kalınacaksa koruma faktörü yüksek krem ve yağlar
kullanılmalıdır.
UV ışınları cisimlerden de yansır. Bu nedenle gölgede kalmak da çare değildir. İnsan gölgede de yanabilir.
Güneş enerjisi tahmin edilenden çok daha güçlüdür. Yeryüzünde 3
kilometrekarelik bir tarlanın bir gün boyunca güneşten aldığı enerji Hiroşima üzerinde patlatılan atom bombasının salıverdiği enerjiye eşittir. Bombadan enerji bir anda boşaltıldığından şok dalgalan oluşmuş ve ölümcül olmuştur
Elektrik insanı nasıl çarpıyor?
İnsanların elektriğe çarpılmaları onun bir iletkeni haline gelmelerinden oluyor. Sıvılar iyi iletkendirler yani elektriği iyi iletirler. Vücudumuzu içi sıvı dolu bir kap olarak düşünürsek bütün koruma görevi derimize kalıyor. O da vücudumuzun her tarafında aynı kalınlıkta değil. Islanınca o da iletkenleşiyor hele üzerinde bir yara varsa direnci tamamen yok oluyor.
Evlerimizde 220 volt ve 50 Herz akım daima vardır. Ne kadar ilginçtir ki
bir elektrik akımının insana en tehlikeli frekans aralığı 50 - 60
Hz.dir. Elektrik akımını evimizdeki su tesisatına benzetebiliriz. Suyun
basıncı neyse 'Volt' ta odur. 'Amper' de suyun miktarının karşılığıdır.
Elektriğe çarpılmada süre de önemlidir. Süre uzarsa deride yaralar
oluşur ve elektrik bu yaralardan daha çabuk geçer. Derimizden geçen
elektrik akımı derhal sinir sistemimizi etkiler. Beyindeki nefes alma
merkezini felç eder
kalbin ritmini bozar hatta durmasına neden olur. Elektrik çarpmasının
sonucu genellikle kalp durması olduğu için ilk yardım da ona göre
yapılmalıdır. Elektriğe nereden çarpıldığımız da önemlidir. Elektriğin
elden ele veya elden ayağa geçmesi aradaki hayati organlarımıza zarar
verebilir.
Elektriğe çarpılınca şoka girmemizin nedeni kendi elektriği-mizdir.
Sinir sistemimizin ürettiği elektrik ile dışardan çarpıldığımız
elektrik karşılaşıp iç içe girince vücudumuzda kasılmalar ve titremeler
yaratıyor.
Elektrik çarpmasında voltajın değil de akımın şiddetinin yani amperin
önemli olduğu ileri sürülüyor. Bu konuda elektrik mühendisleri ile
fizikçiler arasında görüş ayrılığı var. Zaten elektriğin kendisinin de
tam bir tanımı yapılmış veya tek bir tanım üzerinde uzlaşma sağlanmış
değil.
Elektriğin öldürücü gücünün voltaj değil de akım miktarı olduğunu öne
sürenlere göre akım doğrudan kalbi etkiliyor. Bu düşünüşe göre l ila 5
miliamper akımın vücutta hissedilme seviyesi; 10 miliamperde acı
başlıyor; 100 miliampere gelince sinirler reaksiyon gösteriyor ve
100-300 miliamperde şok oluşuyor. Tabii bütün bu değerlendirmeler tam
bir bilimsel sınıflandırma değil. Yani tuzlu bir suyun içinde iseniz cereyan tüm vücudunuza birden değeceğinden mili değil mikroamper seviyesinde bile bir akımdan zarar görebilirsiniz.
Elektriğe çarpılanlar eğer ölmezlerse genellikle hayatlarının geri kalan kısmını bu olayın izi kalmadan
problemsiz olarak yaşayabiliyorlar. Ama az miktarda da olsa sinir
sistemi üzerinde hasar bırakabiliyor. Elektrikten çarpılıp şoka
girenlere de kalp ritmini düzenlemek için yine elektro şok uygulanıyor.
Ağrı nedir?
hastalığı teşhis etmesine yardım eder
öyleyse faydalıdır. O zaman kadınlar niçin ağrılar içinde doğum yapar?
Niçin çok ciddi bazı hastalıklarda ağrı hiç ortaya çıkmaz?
Ağrılar dört sınıfa ayrılır. İlk ikisi toplumca bilinen klasik ağrılardır. İlki Parmağımıza inen bir çekiç darbesi sonucu duyulan ağrı. İkincisi vücudumuzun içinden kaynaklanan romatizma migren vb. ağrılar. Üçüncü sınıf ağrılar tuhaf ve mantıkdışı görülen ve olaydan çok uzun bir süre sonra ortaya çıkabilen ağrılardır. Örneğin
bir kolun kesilmesinden yirmi yıl sonra olmayan kolda ağrı hissedilmesi
olayları ile karşılaşılmıştır. Dördüncü sınıf ağrılar ise
doğrudan kişinin ruhsal hali ile ilgili olan hayali ağrılardır. Nedeni
hayali de olsa ağrı gerçektir. Bu tip ağrıların yüzde 30'unun ilaç
niyetine verilen etkisiz maddelerle giderildiği bilinmektedir.
Baş ağrısını ise diğerlerinden ayrı bir yere koymak gerekir. Yapılan araştırmalara göre baş ağrılarının yüzde 90'ı kas ağrılarıdır. Ağır bir el çantası ya da omuz çantası taşımak telefonu çenenin altına sıkıştırarak konuşmak başın öne eğik olduğu konumda sürekli daktilo yazmak ve okumak gibi hareketlerin boyun ve baş kaslarım etkilemesi baş ağrılarının en yaygın nedenlerini oluşturmaktadır.
Tarih boyunca ağrıyı gidermek için sıcak su
kızgın demirle dağlama gibi başka bir ağrı uygulama da dahil olmak
üzere çeşitli yöntemler kullanılmıştır. Bunların ortaya koyduğu en
önemli yarar ağrının oluşum ve engelleme mekanizmasının omurilikte değil beyinde bulunduğunun saptanması olmuştur.
En kuvvetli bir ağrının bile gerilim durumunda veya tam tersi olan uyku halinde ortadan kalkması
ağrının denetiminde beynin ne kadar büyük bir rolü olduğunu gösterir.
Örneğin kimi kazalardan sonra kendileri ile konuşulan yaralı
kazazedelerin hiç acı duymadıklarını söyledikleri çok görülür.
Ağrı üzerinde en etkili iki ilaç haşhaştan elde edilen morfin ile söğüt kabuğundan elde edilen aspirindir. Bu maddeler ağrılı duyuyu uyarmak yerine ağrının hissedilmesini engeller. Ağrı özellikle insanları ilgilendirir. Bize ağrı çektiren olayların çoğu hayvanlarda görülmez.
Nasıl sarhoş olunuyor?
lk yudumla birlikte alkol ağız ve yemek borusu ile temas ettikten sonra ciddi miktarda kana karıştığı ilk durak olan mideye gelir. Ancak alkolün kana karışması en çok ince bağırsaklarda olur.
Büyük bir kısmı ince bağırsaklarda kana geçen alkol
derhal merkezi sinir sistemimizi etkilemeye başlar. Birkaç dakika sonra
beyne geçerek sinir hücrelerini etkiler ve mesaj iletimini yavaşlatır.
İçmeye devam edilirse beyindeki görme denge konuşma ve muhakeme ile ilgili sinir merkezleri etkilenmeye başlarlar. Bu arada alkolün baskılayıcı etkilerini yenebilmek için kalp kası zorlanır ve nabız artar.
Biraz daha içilirse şuur kaybı meydana gelebilir. Daha da devam edilirse alkolün kandaki oranı alkol zehirlenmesi seviyesine ulaşır solunum yetmezliği nedeni ile ölüm kaçınılmaz olur.
Alkol oldukça yavaş yakılır. 100 gram saf alkolün vücutça yakılması yaklaşık 10 saat sürer.
Karaciğerde yakılan her bir gram alkol için 7.1 kilokalori açığa çıkar.
Yapılan araştırmalara göre ABD'de insanlar genel olarak kalori
ihtiyacının yüzde l O'unu alkolden karşılamaktadır. Alkoliklerde bu
oran yüzde 50 olup ciddi beslenme bozuklukları görülür.
Alkol karaciğer yetmezliği yanında kalp hastalığı ve kanser riskini de artırır. Beyinde hücre kaybına yol açar uzun sürede beyin hücrelerindeki dejenerasyon artar psikiyatrik bozukluklar başlar.
Ama alkolün en büyük etkisi sağlığı bozmasının yanında aileleri ve arkadaşlıkları parçalaması hapishane ve hastaneleri doldurmasıdır.
Haydi şerefinize!
Vurgun yemek nasıl olur?
İnsanlar yüzyıllardır su altına sadece zevk veya merak için değil inci mercan sünger gibi şeyleri çıkarıp geçimlerini sağlamak için de dalmışlardır.
Deniz seviyesinde hava basıncı l atmosferdir. İnsan vücudunun solunum
ve dolaşım sistemi bu basınca ayarlıdır. Ancak suyun içinde derine gittikçe her 10 metrede basınç l atmosfer daha artar. 30 metre derinlikte su basıncı 3 atmosferdir yani bu derinlikte vücudumuzun her santimetrekaresine suyun yaptığı basınç yüzeye oranla üç mislidir.
Hiçbir gereç kullanmadan 30 metre derinliğe inildiğinde akciğer kapasitesi dörtte birine düşer kan basıncı artar vücut ısısı düştüğünden kalbin atış hızı artar bilinç bulanıklığı başlar. Bu nedenle yardımcı gereç kullanmadan 30 metrenin altına inmek tehlikelidir.
Ancak tüple dalışın da kendine özgü sorunları vardır. Derinde dış
basıncın yüksek olmasından dolayı tüpten solunan havanın içindeki
oksijen azot gibi gazlar dokulara daha küçülmüş bir hacimle dağılırlar.
Eğer su yüzeyine süratle çıkılırsa basıncın azalmasıyla bu gazlar da süratle genleşir. Oksijen dokularda kullanıldığından sorun yaratmaz ama özellikle azot gazı damarlarda süratle genleşerek damar tıkanıklığı akciğer yırtılması ve hatta felç gibi önemli vücut hasarlarına yol açar.
Bu şekilde vurgun yiyenler
süratle basınç odalarına alınırlar. Burada tekrar vurgun yediği
derinlikteki basınç verilir ve dengeli olarak azaltılır. Bir başka
önlem de vurgun yiyeni aynı derinliğe tekrar indirmektir.
Vurgun yememek için yüzeye yavaş çıkmalı hatta belirli de- rinliklerde beklenmelidir. İdeal çıkış hızı dakikada 20 metre olup pratikte eğitmenler bunu dalgıç adaylarına 'yüzeye gelen en küçük bir hava kabarcığından daha hızlı çıkma' şeklinde öğretirler.
Neden esneriz?
Sadece uykumuz gelince mi esneriz? Esneme bulaşıcı mıdır? Aslında
esnemenin ve fizyolojisinin ardında yatan gerçek hala tam olarak
bilinememektedir.
Önceleri esneme
insanın yorgun olduğu zamanlarda kandaki oksijen miktarını artırmak
için vücudun yaptığı bir solunum sistemi refleksi olarak düşünülüyordu.
Yapılan deneylerin sonucunda esnemenin solunum olayına kısa bir destek verdiği ancak onun önemli bir fonksiyonu olmadığı tespit edilmiştir.
Hem burnumuzla hem de ağzımızla nefes alabilmemize rağmen kapalı ağızla esnemek mümkün değildir. En çok ve sık esnemenin olduğu zaman sabah uykudan kalkma vaktidir. Ortalama bir esneme 6 saniye sürer.
Sadece insanlar değil kediler kuşlar fareler ve birçok canlı türü de esner. Ancak farklı türlerdeki bu davranış biçimi
aynı fonksiyona yönelik olabilir mi? Örneğin insanların gülme olarak
yaptığı yüzdeki kas hareketi diğer bazı canlılarda korkunun ifadesi
olabilmektedir.
Yapılan araştırmalarda hayvanların daha çok dikkat gerektiren bir olayı karşılama sırasında esnedikleri insanların ise tersine dış uyanlarda azalma olduğunda esnedikleri saptanmıştır.
Derslerde canı sıkılan öğrencilerin değil de canı sıkıldığı halde uyumamaya çalışanların daha çok esnedikleri gözlemlenmiştir. Bir diğer görüşe göre de sınava girecek bir öğrencinin veya yarışa girecek bir atletin çok esnemesinin sebebi organizmanın kendini sakinleştirmesidir.
Esneme de gülme gibi bulaşıcıdır. Esneyen kişinin yüz hatlarında meydana gelen şekillenmenin
diğer insanlar üzerinde esnemeyi teşvik edici bir etki uyandırdığı
tahmin ediliyor. Yani nasıl yemek yiyen bir insanı görünce acıkırsak onun gibi bir şey.
Esnemenin bulaşıcı olduğunu ileri süren bir görüşe göre ise ilk
insanlardan kalma bir davranış olarak esnemekteyiz. İlkel atalarımız
akşamları ateşin etrafında topluca otururken grubun lideri tüm
dişlerini göstererek esner oturumu kapatır artık gecenin başladığı
herkesin sabaha kadar yatması ve hareket etmemesi gerektiği sinyalini
verirdi. Grubun diğer üyeleri de esneyerek görüş birliği içinde
olduklarını beyan ederlerdi.
Günümüzde bu iş için daha karışık teknolojiler kullanılıyor. Baba
televizyonu uzaktan kumanda ile kapatıp koltuğundan kalkıyor. Bu
nedenle günümüzde esnemenin hiçbir faydası görülmemektedir ve
önümüzdeki bir milyon yıl içinde ortadan kalkacağı sanılmaktadır.
Neden yaşlanıyoruz?
Her insan vücudu zaman geçtikçe yaşlanır. İnsan ömrü her kişiye göre
farklı olmakla birlikte günümüzde ortalama 75 yıla ulaşmıştır.
Bilimciler insanların 150 yıla kadar yaşayabileceklerine inanıyorlar. Bugüne kadar kayda geçen en uzun insan ömrü Japon Shigechiyo Izumi'ye aittir. Bu kişi 120 yıl 237 gün yaşamıştır.
İnsanların büyümesi yaşlanmaları ve ölmeleri üzerine çeşitli teoriler var. Bir teoriye göre ömrümüz süresince biyolojik ak-tivitemizde ortaya çıkan bazı kimyasal reaksiyonlar gün geçtikçe başta böbrek ve kalp olmak üzere sağlıklı hücrelerimize zarar vermektedir.
Bir başka teoriye göre ise genetik programlamamızla ömrümüz önceden belirlenmiştir. Program hücrelerimiz üzerinden yaşlanmamızı kontrol ediyor
yeterli sayıda hücre öldükten sonra organlar gereken düzeyde çalışmıyor
ve insan ölüyor. Ancak ilk çağlarda insan ömrü ortalama 30-40 yıl iken
günümüzde 75 yıla ulaşması bu savı çürütmektedir.
Bu amaçla bilimciler
meyve sineklerinin genleri ile oynayarak daha uzun ömürlü sinekler
yaratmayı başarmışlardır. Bu uzun ömürlü sineklerin diğerlerinden
farkları oksitlenmeyi önleyen enzim nedeniyle savunma sistemlerinin daha güçlü olması ve yağ depolama kabiliyetleri bakımından açlığa dayanıklı olmalarıdır.
Meyve sineği üzerinde yapılan araştırmalar insan ömrü konusunda ciddi bir ipucu verememiştir
ancak genetik bakımdan insanlara daha yakın olan fareler üzerinde
yapılan çalışmaların daha gerçekçi bilgiler verebileceği sanılmaktadır.
Bir başka saptama da metabolizması yüksek yani oksijeni çok hızlı yakan canlıların yavaş yakanlara göre daha az yaşadıklarıdır. Örneğin farelerin metabolizmik hızları insandan daha yüksektir ama nadiren 3 yıldan fazla yaşarlar.
Son zamanlarda adlarından sıklıkla söz edilen E ve C vitaminlerinin de antioksidan grubunda yer alarak yaşlanmayı çok az da olsa geciktirdikleri gözlemlenmektedir.
İnsan vücudunda hücrelerin bölünerek
yeni hücre oluşturabilmelerinin de sayısı sınırlıdır. Sonuna kadar
bölünebilen.tek hücre kanser hücresidir. Dolayısıyla aslında kanserin
sırrının çözülmesi insanın yaşlanma olgusuna da ışık tutacaktır.
Neden gıdıklanıyoruz?
Gıdıklanmak rahatsız edici olduğu kadar eğlendiricidir de. Başkaları tarafından hatta bazen dokunulmadan gıdıklanırız ama kendi kendimizi gıdıklayamayız. Bazıları gıdıklanmaya karşı çok hassasken bazıları etkilenmez bile.
Bir insan gıdıklanınca derinin yüzeyinde bulunan küçük sinir lifcikleri harekete geçer. Özellikle tüyle okşama böcek yürümesi gibi olaylara hassas olan bu lifcikler
sinyalleri beyne gönderirler. Ancak araştırmacılar bu sinyallerin
beyinde nereye kaydedildiğinden emin değiller. Beyinin gıdıklanmaya
tepkisi kaşınmaya olan tepkisi gibi gönülsüz yapılan bir tepkidir.
Gıdıklama ile kan basıncı artarken nabız ve kalp atışı hızlanır
beynin uyanıklığı fazlalaşır. Gıdıklanmanın fiziksel olduğu kadar
psikolojik yanı da vardır. Gıdıklanma başlangıçta zevkli olabilirse de
sürdürüldüğünde korku ve paniğe dönüşebilir.
İnsanların daha çok gıdıklandıkları yerler ayak altı avuç içi ve koltuk altı gibi bölgelerdir. Bunun nedeni buraların çok hassas bölgeler olmalarıdır.
İnsan beyni vücuda gelen uyarıların hangisinin insanın bizzat kendisinden hangisinin dışarıdan geldiğini ayırt eder ve ona göre öncelik verir. Örneğin
elimizin yanması gibi acil refleks gerektiren dışarıdan gelen uyarılara
öncelik verir. Bu nedenle bir başkası tarafından gıdıklandığımızda
reaksiyon gösteririz ama kendi kendimizi gıdıklamaya çalıştığımızda
beyin bu noktalardaki hassasiyeti azalttığından gıdıklanamayız
Renklerden nasıl etkileniriz?
Renklerin insan davranışını ve psikolojisini önemli ölçüde etkilediği bugün kesinleşmiştir. Kanada'da bir okulda yapılan deneyde
odaların renk ve ışık düzenlerinin değiştirilmesi ile bazı öğrencilerin
zeka düzeylerinin ve disiplin sorunlarının olumlu biçimde etkilendiği
tespit edilmiştir. Ancak insan gözünün ışık ve rengi algılayan ağ
tabakasının görme sinirleri vasıtasıyla bunu beyne ilettikten sonra
beyinde nasıl fizyolojik etkiler yarattığını renkbilimciler henüz
açıklayamıyor.
Aslında gözümüze gelen görüntü iki çeşit görme hücresi aracılığı ile taranır. Silindir veya çomak şeklinde olanlar ışığı koni şeklinde olanlar ise rengi algılar. Gözümüzde 7 milyon konik ve 100 milyon kadar silindirik hücre vardır.
Renge duyarlı konik hücreler ağ tabakasının ortasında
ışığa duyarlı silindirik hücreler ise kenarında daha yoğundur. Bu
nedenle gece gökyüzünde gözümüzün kenarından gördüğümüz bir yıldızı
ona doğrudan bakınca göremeyiz. Çünkü burada ışığa hassas silindirik
hücreler daha az olduğundan görüntü kaybolur. Aynı şekilde gözümüzün
kenarıyla baktığımız şekillerde renkler kaybolur.
Yapılan deneylerde pembe renge bakan kişilerin rahatladıkları kırmızı turuncu ve sarı gibi sıcak renklere bakanlarda tansiyonun yükseldiği nabzın ve solunumun hızlandığı terlemenin çoğaldığı mavi rengin ise tam tersi etki yarattığı belirlenmiştir.
Araştırmalar insanların en çok mavi rengi sevdiklerini bunu kırmızı ve yeşilin takip ettiğini göstermektedir. Erkekler yeşil deniz mavisi turuncu ve koyu mor renkleri tercih ederken kadınlar firuze yeşili açık mavi pembe gibi açık-uçuk renkleri çocuklar ise mavi kırmızı yeşil sarı ve turuncu gibi canlı renkleri daha çok sevmektedirler.
Bir binada sarı renge boyanmış bir tavan odayı daha yükseksarı renkli duvarlar ise daha geniş gösterir. Kliniklerin sıcak renklere boyanması
beyaz rengin hastalarda yarattığı hüzün duygusunu azaltır. Ayaküstü
hazır yiyecek satan dükkanların duvarları iştah açtıran portakal
rengine boyanırken yarış arabalarında kırmızı veya turuncu-sarı renkler
tercih edilir. Aslında bir renk olmayan daha doğrusu renksizlik olan siyah da makam araçlarının klasik rengidir.
Kırmızı renk kan rengidir
asırlar boyu tehlikenin ve tahribatın simgesi olmuştur. Trafik
ışıklarında 'dur' sinyali olarak kullanılmasının nedeni de budur.
Ameliyathanelerde bulaşan kan rengini belli etmeyeceği için mantıken kırmızı giysi kullanılması gerekirken teskin edici mavi ve yeşil renkler tercih edilir.
Saçlarımız neden uzuyor?
Çünkü aksi takdirde berberler işsiz kalırdı! Ha ha! Şaka bir yana vücudumuzdaki kılların çok önemli görevleri vardır. Saçlarımız başımızı yazın güneşten kışın soğuktan korurlar. Kaşlarımız terimizin
kirpiklerimiz küçük parçaların gözümüze girmelerine engel olurlar.
Burun ve kulaklarımızdaki kıllar tozların girmesini önler.
Vücudumuzdaki diğer kıllar ise derimizi serin tutar ısı kaybım önler.
Bizler sadece saçımızın sakalımızın koltukaltlarında ve ge-nital bölgelerimizdeki kılların uzadığını kollarımız
bacaklarımız ve diğer yerlerdeki kıllarımızın uzamadığını düşünürüz.
Gerçekte saçımız da uzamasını bir süre sonra durdurur ama bunun için
bayağı uzun bir süre geçer.
Vücudumuzdaki kılların her biri topraktaki çim gibi
derimizin altındaki kendi torbasında yetişir ve büyür. Bu torbalardaki
yeni saç hücreleri kılların köklerini oluşturur. Yeni hücreler oluştukça eskilerini torbalardan dışarı iterler ve bu hücreler dışarı itildikçe canlı olma özelliklerini kaybederler yani ölürler ve de kıllarımızın ve saçlarımızın bizim görebildiğimiz kısmını
oluştururlar.
Vücudumuzun hangi kısmında olduklarına bağlı olarak
kıl torbasında belirli bir sürede yeni kıl hücreleri üretilir. Bu
süreye 'büyüme süreci' denir. Sonra büyüme bir süre için durur. Buna da
'durma süreci' denir. Bu sürecin de sonunda kılların yine büyüdüğü
'büyüme süreci' gelir ve bu böyle devam eder gider.
Durma sürecinde kıl kopar ve alttan gelen bir yenisi yerini alır. Yani
bir kılın veya saç telinin ulaşabileceği en uzun boyutu bu büyüme
sürecinin uzunluğu belirler. Kollarımızdaki kılları oluşturan
hücrelerin büyüme süreci birkaç ay olarak programlanmıştır. Bu nedenle
kıllar kısa bir süre içinde uzar bir santimetre civarında bir uzunluğa geldiklerinde artık uzamazlar belirli bir sürenin sonunda da alttan yenileri gelir.
Diğer taraftan saçlarımızın büyüme süreci iki seneden altı seneye kadar
değişir. Eğer kesmezseniz bir metre hatta daha da fazla bir uzunluğa
ulaşabilir. Saçlarımız üç aylık bir uzamanın ardından bir durma evresi
geçirir ve bu sırada alttan gelen yeni saçlar eskilerini atar
yani dökülmelerine sebep olur. Bunu banyo yaptıktan sonra lavaboya
dökülen saçlarınızdan anlayabilirsiniz. Bu yolla bir insan her gün
70-100 arasında saç teli döker.
Saç ve kıllarımızın her birinin büyüme ve durma süreçlerine başlama zamanları farklı olduğu için hepsi birden aynı anda dö-külmediklerinden devamlı olarak başımızda saç
vücudumuzda kıl olur. Hayvanlarda bu süreçler aynı zamanda başlayıp
bittiğinden onlar yılın belirli zamanlarında tüylerini dökerler
Neden uyuyoruz?
İşte hayatımızla ilgili son derece önemli bir soruya bir sürpriz cevap daha! 'Hiç kimse bilmiyor.' Cevabın kolay olduğunu uykuda enerjimizi şarj ettiğimizi söyleyebilirsiniz ama bilimsel araştırmalar bunu göstermiyor. Yapılan araştırmalarda İngiltere'de 70 yaşında bir kadının her gece bir saat uyuyarak hatta bir keresinde 56 saat uyanık kaldıktan sonra sadece 15 saat uyuyarak ertesi gün tam performans ile hayatını sürdürebildiği gözlemlenmiştir.
Aslında normalde hepimizin bildiği gibi bir gece dahi uyu-masak
ertesi gün adrenalin nedeni ile bütün aktivitelerimiz yavaşlamaktadır.
İki gece üst üste uyumayan insanda ise durum daha kötüdür. Dikkat ve
konsantrasyon düşer hatalar artar.
Üç günden sonra insan hayal görmeye başlayabilir
düşünce berraklığı kaybolur. Daha sonra ise artık insan gerçekle
ilişkisini keser. Fareler üzerinde yapılan deneylerde bir canlıyı
uyanık tutmaya çalışmakla ölümüne neden olunabileceği ispatlanmıştır.
Ayrıca arka arkaya geceleri yetersiz uyuyanlarda da benzeri problemler
gözlemlenmiştir. Uyku süresince oluştuğu gözlemlenen diğer iki olaydan
biri çocukların büyüme hormonlarının gelişmesi diğeri ise bağışıklık sistemimiz için gerekli olan kimyasalların salgılanmasıdır.
Fakat soru hala yerinde duruyor! 'Niçin uyuyoruz?' Kimse bilmiyor. İşte size çeşitli teoriler.
Uyku insana kaslarını ve diğer dokularını onarma yaşlanan veya ölen hücrelerini yenileme şansı verir.
Uyku insan beynine hafızasındaki bilgileri düzenleme gereksizleri unutma ve arşivleme şansı verir. Rüyalar da bu işlemin bir parçasıdır.
Uyku
enerji tüketimimizin miktarını azaltır. Bu nedenle günde 4-5 kez yerine
üç öğün yemekle yetinebiliriz. Gece karanlığında zaten hiçbir şey
yapamayacağımızdan anahtarı kapatarak enerji tasarrufu yaparız.
Uyku bütün gün çalışan beynin bir şarj süresi olabilir. Diğer organlardaki enerji harcanmasını kısarak beyin hücre aktivitele-ri için gerekli olan enerjiyi artırabilir.
Uyku hakkında tüm bildiğimiz geceleri iyi bir uyursak sabahları kendimizi iyi hissettiğimiz hem vücudumuzun hem de beynimizin yeni bir gün için kendisini tazelediği olgusudur.
Bilindiği gibi 'ring' kelimesi İngilizce'de daire halka anlamındadır. Parmağa takılan yüzüğe bile bu nedenle 'ring' denilir. Aslında geçmişte profesyonel boksta boksörler grup halinde kasabadan kasabaya dolaşır oradaki yerli boksörlerle maç
yaparlardı.
Boks yapılacak alana seyirciler daire şeklinde yerleştirilir en
önde oturanlara alanı çevreleyen ip tutturularak
başkalarının boks yapılacak yere girmeleri önlenirdi. Ayrıca sahnedeki
boksöre meydan okuyan biri kafasını bu ipe çarparak dövüşmek isteğini
belirtirdi.
Seyirci miktarı artınca bu usulü uygulamak zorlaştı. Yere dikilen
kazıklara ip bağlanarak boks yeri belirlenmeye başlandı. Tabii ki bu iş
için en uygun şekil kare idi.
Boks yapılan yerlerin dünyanın her yanında kare olmasına rağmen "ring" diye adlandırılmasının hikayesi işte bu!
Asansör düşerken zıplanılsa ne olur ?
Düşünün ki asansörünüz bozuldu ve 60-70 km/saat
yani saniyede 18 metre hızla düşüyor. Siz de son saniyede yukarı
zıplıyorsunuz. Yukarı zıplamanız olsa olsa saniyede 4-5 metre hızla
olabilir. Yani siz yine de yaklaşık saniyede 13-14 metre hızla yere
düşmeye devam ediyorsunuz.
İster saniyede 18 metre isterse 13 metre hızla yere düşün sonuç fark etmez. Sizi yerden kazımak zorunda kalabilirler. Lütfen panik yapmayın asansörü tutan tek bir kablo değildir en azından 5 veya 6 kablo vardır. Bu kabloların her biri tek başına asansörün ağırlığını taşıyabilir.
Diyelim ki bu kabloların hiçbiri görevini yapmadı asansörü durduracak bir başka fren donanımı daha vardır. Hatta bazı asansör boşluklarında ilaveten yaylı veya yağlı hayati tehlikeyi önleyecek özel sistemler de bulunur.
Bu sistemlerin hiçbiri çalışmazsa yine de iyimser olmaya çalışın hiç olmazsa hayatınızda bir kere hiçbir katta durmadan doğrudan zemine inmiş oluyorsunuz!
Mum yanınca neden geriye bir şey kalmıyor?
Gerçi şimdi elektrikler kesilince otomatik olarak devreye giren lambalar
hatta jeneratörler var ama mum hayatımız boyunca evimizin demirbaşı
olmuştur. Onu o kadar hayatımızın olağan bir parçası olarak
algılamışızdır ki fitiline bir kibrit çaktığımızda onun nasıl yandığını yandıkça katı kısmının nereye gittiğini düşünmeyiz bile.
Tarihi çok eskiye uzanan mum ışığının adeta büyülü bir gücü vardır. İnsanda romantik duygular uyandırdığı gibi
tüm dinlerde ruhani bir yeri de vardır. Ayin ve adakların vazgeçilmez
malzemesidir. Mum tarihin ilk icatlarından biridir. Mısır'da ve Girit
adasında milattan 3000 yıl önceden kalma mumlar bulunmuştur ama en
yaygın kullanışı ortaçağda Avrupa'da olmuştur. Tarihi bu kadar eski
olup da günümüzde de popülaritesini yitirmeyen ve çok yaygın olarak
kullanılan başka hiçbir şey yoktur.
Aslında mumun yapısı çok basittir ama yanma mekanizması o kadar basit
değildir. Mumun yapısında iki ana eleman vardır. Birincisi yakıt
görevini gören bir çeşit balmumu ikincisi de emici özelliği olan bir çeşit sicim
yani fitil. Fitilin emici özelliği çok önemlidir. Çünkü mumun yanma
sırrı burada gizlidir. Bu özellik gaz lambalarının fitillerinde de
vardır ve onlar da aynı prensiple çalışırlar.
Elinize herhangi bir sicim alıp ucundan su dolu bir kaba
daldırdığınızda suyun sicim tarafından emildiğini ve suyun sicim
boyunca yukarı çıktığını renginin koyulaşmasından anlayabilirsiniz.
İşte fitil de mumun üst kısmında alevden dolayı eriyen balmumunu emerek
üst kısmına taşır ve bu bölgede yanmanın devamını sağlar yani burada asıl yanan ve ışığı veren fitil değil balmumunun kendisidir.
Parafin balmumları ham petrolden yapılır yani koyu bir hidrokarbon olup iyi bir yanıcıdırlar. Çakmağı çakıp fitili tutuşturunca mumun en üst tabakasının da erimesine ve dolayısıyla mekanizmanın çalışmaya başlamasına sebep olursunuz. Fitil bu erimiş balmumunu yukarı aleve doğru taşır
balmumu alevin sıcaklığında buharlaşır ve tutuşur. Yanan şey aslında
mumun katı kısmı olduğundan mum tümüyle yanıp bittiğinde geriye pek bir
şey kalmaz.
Mum yapmada en çok arı balmumu
benzin üretiminde petrolden çıkan bir yan ürün olan parafin veya
bitkisel ve hayvansal yağlardan yapılan 'stearin' kullanılır. Günümüzde
en fazla kullanılan mumlar bunların karışımı ile elde ediliyor. Mumlar
çekme yöntemi ile
dökülerek veya pres edilerek yapılıyor. Her şey tamamlandıktan sonra
boya banyolarına sokulurlar ve en sonunda da parlaklık kazandırmak için
soğuk suya daldırılırlar.
Yazın neden açık renk giysiler giyiyoruz?
Yaz günleri
güneşli sıcak günlerde genellikle beyaz veya açık renkli giysiler
giyeriz. Beyaz renk güneş ışığı içinde bulunan bütün ışınları yansıtır
yani bütün renklerin birleşimidir. Siyah renk ise tam aksine bütün
ışınları emer. Siyah renk üzerinde hiçbir ışın yansımaz yani aslında siyah bir renk değildir renksizliktir.
Siyah renkli kumaşlar ışığın hepsini tuttuklarından
beyaz kumaşlara göre tenimizi 5 derece daha sıcak tutarlar. Peki
öyleyse Sina çöllerindeki bedeviler niçin siyah renkte giysi giymeyi
tercih ediyorlar? Çünkü siyah renkli giysi
kumaş ile tenin arasındaki havayı ısıtıyor ama aynı anda bir
havalandırma mekanizmasının da çalışmasını sağlıyor. Bu ısınan havanın
yerini alan hava bedevilerin serinlik hissi duymalarını sağlıyor.
Siyah giysiler güneşin tüm ışınlarını tenimize geçirirler ama
beraberlerinde enfraruj ışınlarını da. Bu nedenle çok güneşli bir günde
açık renk giymek kesinlikle faydalıdır. Kapalı bir yerde ise enfraruj
ışınları nüfuz edemeyeceği için siyah rengin ısıyı daha fazla iletmesi
avantaj yaratabilir. Belki de dışa beyaz içe siyah giymek giysi ten ve hava arasındaki ısı alışverişi için en ideal kombinasyondur. Tabii kışın da tam tersi.
Kışın üst üste giyinmenin asıl faydası iki giysi arasında hava tabakası
oluşmasıdır. Bilindiği gibi hava iyi bir izolatördür. Yani ısı
iletkenliği iyi değildir. Bu şekilde güneşin ışığı tutulduğu gibi
vücuttan da ısı kaybı olmaz. Yani kışın iki kat giyinildiğin-de
dıştakinin siyah içteki giysinin ise beyaz renk olması gerçekten faydalıdır.
Camın arkasında güneşte bronzlaşabilir miyiz?
Hayır. Güneşte cildimizin renginin değişmesini sağlayan güneş ışığının
içindeki ültraviyole (UV) ışınlarıdır ki bunlar camdan geçemez. UV
ışınları görünmeyen yüksek enerjili kısa dalga boylu ve görebildiğimiz renk dağılımında mor rengin ötesinde yer alan ışınlardır. Bunun için çok güneşli bir havada güneş tam karşıdan gelirken araba kullandığımızda yüzümüz değil de açık olan pencereye yaslı kolumuz kızarır.
Bizim bronzlaşma ve çok sağlıklı görünüyoruz diye beğendiğimiz
derimizin güneş altında rengini değiştirmesi olayı aslında 'derma' diye
bilinen cildimizin ikinci tabakasındaki pigment hücrelerinin bir
reaksiyonudur. Bu hücreler UV ışınlarına maruz kaldıklarında 'melanin'
denilen daha koyu pigmentlerin miktarım artırırlar. Bu koyu pigmentler
derimizin üst tabakalarına gelirler ve böylece derimizin rengi
koyulaşır.
Melanin UV ışınlarını emer yani vücudun melanin üretimini artırması
vücudumuzu UV ışınlarının tehlikeli etkilerinden korumak içindir. Ama
bir noktadan sonra bu da geçerli değildir. Güneşin altında ne kadar
yanmış olursak olalım derimizin rengi ne kadar koyulaşırsa koyulaşsın yine de güneş ışığının içindeki UV ışınlarının yarısını derimiz içine almaya devam edebilir.
Aşırı UV ışınlarına maruz kalmak sonunda deri kanserine bile yol
açabilir. Her yıl yarım milyon insanda bu hastalık görülmektedir.
Özellikle gençler arasında giderek artmaktadır. Gerçi bu tür genellikle başarı ile tedavi edilmektedir ama ciğere veya beyine yayılabilecek çok daha kötü türleri de vardır.
Çok güneşli havalarda UV ışınlarından korunmak şapka ve gözlük takmak tavsiye edilir. UV ışınları gözlerimize de çok zararlıdır. Unutmayalım ki
vücudumuzdaki en ince deri göz ka-paklarımızdadır. Güneşe çıkmak
zorunda kalınacaksa koruma faktörü yüksek krem ve yağlar
kullanılmalıdır.
UV ışınları cisimlerden de yansır. Bu nedenle gölgede kalmak da çare değildir. İnsan gölgede de yanabilir.
Güneş enerjisi tahmin edilenden çok daha güçlüdür. Yeryüzünde 3
kilometrekarelik bir tarlanın bir gün boyunca güneşten aldığı enerji Hiroşima üzerinde patlatılan atom bombasının salıverdiği enerjiye eşittir. Bombadan enerji bir anda boşaltıldığından şok dalgalan oluşmuş ve ölümcül olmuştur
Elektrik insanı nasıl çarpıyor?
İnsanların elektriğe çarpılmaları onun bir iletkeni haline gelmelerinden oluyor. Sıvılar iyi iletkendirler yani elektriği iyi iletirler. Vücudumuzu içi sıvı dolu bir kap olarak düşünürsek bütün koruma görevi derimize kalıyor. O da vücudumuzun her tarafında aynı kalınlıkta değil. Islanınca o da iletkenleşiyor hele üzerinde bir yara varsa direnci tamamen yok oluyor.
Evlerimizde 220 volt ve 50 Herz akım daima vardır. Ne kadar ilginçtir ki
bir elektrik akımının insana en tehlikeli frekans aralığı 50 - 60
Hz.dir. Elektrik akımını evimizdeki su tesisatına benzetebiliriz. Suyun
basıncı neyse 'Volt' ta odur. 'Amper' de suyun miktarının karşılığıdır.
Elektriğe çarpılmada süre de önemlidir. Süre uzarsa deride yaralar
oluşur ve elektrik bu yaralardan daha çabuk geçer. Derimizden geçen
elektrik akımı derhal sinir sistemimizi etkiler. Beyindeki nefes alma
merkezini felç eder
kalbin ritmini bozar hatta durmasına neden olur. Elektrik çarpmasının
sonucu genellikle kalp durması olduğu için ilk yardım da ona göre
yapılmalıdır. Elektriğe nereden çarpıldığımız da önemlidir. Elektriğin
elden ele veya elden ayağa geçmesi aradaki hayati organlarımıza zarar
verebilir.
Elektriğe çarpılınca şoka girmemizin nedeni kendi elektriği-mizdir.
Sinir sistemimizin ürettiği elektrik ile dışardan çarpıldığımız
elektrik karşılaşıp iç içe girince vücudumuzda kasılmalar ve titremeler
yaratıyor.
Elektrik çarpmasında voltajın değil de akımın şiddetinin yani amperin
önemli olduğu ileri sürülüyor. Bu konuda elektrik mühendisleri ile
fizikçiler arasında görüş ayrılığı var. Zaten elektriğin kendisinin de
tam bir tanımı yapılmış veya tek bir tanım üzerinde uzlaşma sağlanmış
değil.
Elektriğin öldürücü gücünün voltaj değil de akım miktarı olduğunu öne
sürenlere göre akım doğrudan kalbi etkiliyor. Bu düşünüşe göre l ila 5
miliamper akımın vücutta hissedilme seviyesi; 10 miliamperde acı
başlıyor; 100 miliampere gelince sinirler reaksiyon gösteriyor ve
100-300 miliamperde şok oluşuyor. Tabii bütün bu değerlendirmeler tam
bir bilimsel sınıflandırma değil. Yani tuzlu bir suyun içinde iseniz cereyan tüm vücudunuza birden değeceğinden mili değil mikroamper seviyesinde bile bir akımdan zarar görebilirsiniz.
Elektriğe çarpılanlar eğer ölmezlerse genellikle hayatlarının geri kalan kısmını bu olayın izi kalmadan
problemsiz olarak yaşayabiliyorlar. Ama az miktarda da olsa sinir
sistemi üzerinde hasar bırakabiliyor. Elektrikten çarpılıp şoka
girenlere de kalp ritmini düzenlemek için yine elektro şok uygulanıyor.
Ağrı nedir?
hastalığı teşhis etmesine yardım eder
öyleyse faydalıdır. O zaman kadınlar niçin ağrılar içinde doğum yapar?
Niçin çok ciddi bazı hastalıklarda ağrı hiç ortaya çıkmaz?
Ağrılar dört sınıfa ayrılır. İlk ikisi toplumca bilinen klasik ağrılardır. İlki Parmağımıza inen bir çekiç darbesi sonucu duyulan ağrı. İkincisi vücudumuzun içinden kaynaklanan romatizma migren vb. ağrılar. Üçüncü sınıf ağrılar tuhaf ve mantıkdışı görülen ve olaydan çok uzun bir süre sonra ortaya çıkabilen ağrılardır. Örneğin
bir kolun kesilmesinden yirmi yıl sonra olmayan kolda ağrı hissedilmesi
olayları ile karşılaşılmıştır. Dördüncü sınıf ağrılar ise
doğrudan kişinin ruhsal hali ile ilgili olan hayali ağrılardır. Nedeni
hayali de olsa ağrı gerçektir. Bu tip ağrıların yüzde 30'unun ilaç
niyetine verilen etkisiz maddelerle giderildiği bilinmektedir.
Baş ağrısını ise diğerlerinden ayrı bir yere koymak gerekir. Yapılan araştırmalara göre baş ağrılarının yüzde 90'ı kas ağrılarıdır. Ağır bir el çantası ya da omuz çantası taşımak telefonu çenenin altına sıkıştırarak konuşmak başın öne eğik olduğu konumda sürekli daktilo yazmak ve okumak gibi hareketlerin boyun ve baş kaslarım etkilemesi baş ağrılarının en yaygın nedenlerini oluşturmaktadır.
Tarih boyunca ağrıyı gidermek için sıcak su
kızgın demirle dağlama gibi başka bir ağrı uygulama da dahil olmak
üzere çeşitli yöntemler kullanılmıştır. Bunların ortaya koyduğu en
önemli yarar ağrının oluşum ve engelleme mekanizmasının omurilikte değil beyinde bulunduğunun saptanması olmuştur.
En kuvvetli bir ağrının bile gerilim durumunda veya tam tersi olan uyku halinde ortadan kalkması
ağrının denetiminde beynin ne kadar büyük bir rolü olduğunu gösterir.
Örneğin kimi kazalardan sonra kendileri ile konuşulan yaralı
kazazedelerin hiç acı duymadıklarını söyledikleri çok görülür.
Ağrı üzerinde en etkili iki ilaç haşhaştan elde edilen morfin ile söğüt kabuğundan elde edilen aspirindir. Bu maddeler ağrılı duyuyu uyarmak yerine ağrının hissedilmesini engeller. Ağrı özellikle insanları ilgilendirir. Bize ağrı çektiren olayların çoğu hayvanlarda görülmez.
Nasıl sarhoş olunuyor?
lk yudumla birlikte alkol ağız ve yemek borusu ile temas ettikten sonra ciddi miktarda kana karıştığı ilk durak olan mideye gelir. Ancak alkolün kana karışması en çok ince bağırsaklarda olur.
Büyük bir kısmı ince bağırsaklarda kana geçen alkol
derhal merkezi sinir sistemimizi etkilemeye başlar. Birkaç dakika sonra
beyne geçerek sinir hücrelerini etkiler ve mesaj iletimini yavaşlatır.
İçmeye devam edilirse beyindeki görme denge konuşma ve muhakeme ile ilgili sinir merkezleri etkilenmeye başlarlar. Bu arada alkolün baskılayıcı etkilerini yenebilmek için kalp kası zorlanır ve nabız artar.
Biraz daha içilirse şuur kaybı meydana gelebilir. Daha da devam edilirse alkolün kandaki oranı alkol zehirlenmesi seviyesine ulaşır solunum yetmezliği nedeni ile ölüm kaçınılmaz olur.
Alkol oldukça yavaş yakılır. 100 gram saf alkolün vücutça yakılması yaklaşık 10 saat sürer.
Karaciğerde yakılan her bir gram alkol için 7.1 kilokalori açığa çıkar.
Yapılan araştırmalara göre ABD'de insanlar genel olarak kalori
ihtiyacının yüzde l O'unu alkolden karşılamaktadır. Alkoliklerde bu
oran yüzde 50 olup ciddi beslenme bozuklukları görülür.
Alkol karaciğer yetmezliği yanında kalp hastalığı ve kanser riskini de artırır. Beyinde hücre kaybına yol açar uzun sürede beyin hücrelerindeki dejenerasyon artar psikiyatrik bozukluklar başlar.
Ama alkolün en büyük etkisi sağlığı bozmasının yanında aileleri ve arkadaşlıkları parçalaması hapishane ve hastaneleri doldurmasıdır.
Haydi şerefinize!
Vurgun yemek nasıl olur?
İnsanlar yüzyıllardır su altına sadece zevk veya merak için değil inci mercan sünger gibi şeyleri çıkarıp geçimlerini sağlamak için de dalmışlardır.
Deniz seviyesinde hava basıncı l atmosferdir. İnsan vücudunun solunum
ve dolaşım sistemi bu basınca ayarlıdır. Ancak suyun içinde derine gittikçe her 10 metrede basınç l atmosfer daha artar. 30 metre derinlikte su basıncı 3 atmosferdir yani bu derinlikte vücudumuzun her santimetrekaresine suyun yaptığı basınç yüzeye oranla üç mislidir.
Hiçbir gereç kullanmadan 30 metre derinliğe inildiğinde akciğer kapasitesi dörtte birine düşer kan basıncı artar vücut ısısı düştüğünden kalbin atış hızı artar bilinç bulanıklığı başlar. Bu nedenle yardımcı gereç kullanmadan 30 metrenin altına inmek tehlikelidir.
Ancak tüple dalışın da kendine özgü sorunları vardır. Derinde dış
basıncın yüksek olmasından dolayı tüpten solunan havanın içindeki
oksijen azot gibi gazlar dokulara daha küçülmüş bir hacimle dağılırlar.
Eğer su yüzeyine süratle çıkılırsa basıncın azalmasıyla bu gazlar da süratle genleşir. Oksijen dokularda kullanıldığından sorun yaratmaz ama özellikle azot gazı damarlarda süratle genleşerek damar tıkanıklığı akciğer yırtılması ve hatta felç gibi önemli vücut hasarlarına yol açar.
Bu şekilde vurgun yiyenler
süratle basınç odalarına alınırlar. Burada tekrar vurgun yediği
derinlikteki basınç verilir ve dengeli olarak azaltılır. Bir başka
önlem de vurgun yiyeni aynı derinliğe tekrar indirmektir.
Vurgun yememek için yüzeye yavaş çıkmalı hatta belirli de- rinliklerde beklenmelidir. İdeal çıkış hızı dakikada 20 metre olup pratikte eğitmenler bunu dalgıç adaylarına 'yüzeye gelen en küçük bir hava kabarcığından daha hızlı çıkma' şeklinde öğretirler.
Neden esneriz?
Sadece uykumuz gelince mi esneriz? Esneme bulaşıcı mıdır? Aslında
esnemenin ve fizyolojisinin ardında yatan gerçek hala tam olarak
bilinememektedir.
Önceleri esneme
insanın yorgun olduğu zamanlarda kandaki oksijen miktarını artırmak
için vücudun yaptığı bir solunum sistemi refleksi olarak düşünülüyordu.
Yapılan deneylerin sonucunda esnemenin solunum olayına kısa bir destek verdiği ancak onun önemli bir fonksiyonu olmadığı tespit edilmiştir.
Hem burnumuzla hem de ağzımızla nefes alabilmemize rağmen kapalı ağızla esnemek mümkün değildir. En çok ve sık esnemenin olduğu zaman sabah uykudan kalkma vaktidir. Ortalama bir esneme 6 saniye sürer.
Sadece insanlar değil kediler kuşlar fareler ve birçok canlı türü de esner. Ancak farklı türlerdeki bu davranış biçimi
aynı fonksiyona yönelik olabilir mi? Örneğin insanların gülme olarak
yaptığı yüzdeki kas hareketi diğer bazı canlılarda korkunun ifadesi
olabilmektedir.
Yapılan araştırmalarda hayvanların daha çok dikkat gerektiren bir olayı karşılama sırasında esnedikleri insanların ise tersine dış uyanlarda azalma olduğunda esnedikleri saptanmıştır.
Derslerde canı sıkılan öğrencilerin değil de canı sıkıldığı halde uyumamaya çalışanların daha çok esnedikleri gözlemlenmiştir. Bir diğer görüşe göre de sınava girecek bir öğrencinin veya yarışa girecek bir atletin çok esnemesinin sebebi organizmanın kendini sakinleştirmesidir.
Esneme de gülme gibi bulaşıcıdır. Esneyen kişinin yüz hatlarında meydana gelen şekillenmenin
diğer insanlar üzerinde esnemeyi teşvik edici bir etki uyandırdığı
tahmin ediliyor. Yani nasıl yemek yiyen bir insanı görünce acıkırsak onun gibi bir şey.
Esnemenin bulaşıcı olduğunu ileri süren bir görüşe göre ise ilk
insanlardan kalma bir davranış olarak esnemekteyiz. İlkel atalarımız
akşamları ateşin etrafında topluca otururken grubun lideri tüm
dişlerini göstererek esner oturumu kapatır artık gecenin başladığı
herkesin sabaha kadar yatması ve hareket etmemesi gerektiği sinyalini
verirdi. Grubun diğer üyeleri de esneyerek görüş birliği içinde
olduklarını beyan ederlerdi.
Günümüzde bu iş için daha karışık teknolojiler kullanılıyor. Baba
televizyonu uzaktan kumanda ile kapatıp koltuğundan kalkıyor. Bu
nedenle günümüzde esnemenin hiçbir faydası görülmemektedir ve
önümüzdeki bir milyon yıl içinde ortadan kalkacağı sanılmaktadır.
Neden yaşlanıyoruz?
Her insan vücudu zaman geçtikçe yaşlanır. İnsan ömrü her kişiye göre
farklı olmakla birlikte günümüzde ortalama 75 yıla ulaşmıştır.
Bilimciler insanların 150 yıla kadar yaşayabileceklerine inanıyorlar. Bugüne kadar kayda geçen en uzun insan ömrü Japon Shigechiyo Izumi'ye aittir. Bu kişi 120 yıl 237 gün yaşamıştır.
İnsanların büyümesi yaşlanmaları ve ölmeleri üzerine çeşitli teoriler var. Bir teoriye göre ömrümüz süresince biyolojik ak-tivitemizde ortaya çıkan bazı kimyasal reaksiyonlar gün geçtikçe başta böbrek ve kalp olmak üzere sağlıklı hücrelerimize zarar vermektedir.
Bir başka teoriye göre ise genetik programlamamızla ömrümüz önceden belirlenmiştir. Program hücrelerimiz üzerinden yaşlanmamızı kontrol ediyor
yeterli sayıda hücre öldükten sonra organlar gereken düzeyde çalışmıyor
ve insan ölüyor. Ancak ilk çağlarda insan ömrü ortalama 30-40 yıl iken
günümüzde 75 yıla ulaşması bu savı çürütmektedir.
Bu amaçla bilimciler
meyve sineklerinin genleri ile oynayarak daha uzun ömürlü sinekler
yaratmayı başarmışlardır. Bu uzun ömürlü sineklerin diğerlerinden
farkları oksitlenmeyi önleyen enzim nedeniyle savunma sistemlerinin daha güçlü olması ve yağ depolama kabiliyetleri bakımından açlığa dayanıklı olmalarıdır.
Meyve sineği üzerinde yapılan araştırmalar insan ömrü konusunda ciddi bir ipucu verememiştir
ancak genetik bakımdan insanlara daha yakın olan fareler üzerinde
yapılan çalışmaların daha gerçekçi bilgiler verebileceği sanılmaktadır.
Bir başka saptama da metabolizması yüksek yani oksijeni çok hızlı yakan canlıların yavaş yakanlara göre daha az yaşadıklarıdır. Örneğin farelerin metabolizmik hızları insandan daha yüksektir ama nadiren 3 yıldan fazla yaşarlar.
Son zamanlarda adlarından sıklıkla söz edilen E ve C vitaminlerinin de antioksidan grubunda yer alarak yaşlanmayı çok az da olsa geciktirdikleri gözlemlenmektedir.
İnsan vücudunda hücrelerin bölünerek
yeni hücre oluşturabilmelerinin de sayısı sınırlıdır. Sonuna kadar
bölünebilen.tek hücre kanser hücresidir. Dolayısıyla aslında kanserin
sırrının çözülmesi insanın yaşlanma olgusuna da ışık tutacaktır.
Neden gıdıklanıyoruz?
Gıdıklanmak rahatsız edici olduğu kadar eğlendiricidir de. Başkaları tarafından hatta bazen dokunulmadan gıdıklanırız ama kendi kendimizi gıdıklayamayız. Bazıları gıdıklanmaya karşı çok hassasken bazıları etkilenmez bile.
Bir insan gıdıklanınca derinin yüzeyinde bulunan küçük sinir lifcikleri harekete geçer. Özellikle tüyle okşama böcek yürümesi gibi olaylara hassas olan bu lifcikler
sinyalleri beyne gönderirler. Ancak araştırmacılar bu sinyallerin
beyinde nereye kaydedildiğinden emin değiller. Beyinin gıdıklanmaya
tepkisi kaşınmaya olan tepkisi gibi gönülsüz yapılan bir tepkidir.
Gıdıklama ile kan basıncı artarken nabız ve kalp atışı hızlanır
beynin uyanıklığı fazlalaşır. Gıdıklanmanın fiziksel olduğu kadar
psikolojik yanı da vardır. Gıdıklanma başlangıçta zevkli olabilirse de
sürdürüldüğünde korku ve paniğe dönüşebilir.
İnsanların daha çok gıdıklandıkları yerler ayak altı avuç içi ve koltuk altı gibi bölgelerdir. Bunun nedeni buraların çok hassas bölgeler olmalarıdır.
İnsan beyni vücuda gelen uyarıların hangisinin insanın bizzat kendisinden hangisinin dışarıdan geldiğini ayırt eder ve ona göre öncelik verir. Örneğin
elimizin yanması gibi acil refleks gerektiren dışarıdan gelen uyarılara
öncelik verir. Bu nedenle bir başkası tarafından gıdıklandığımızda
reaksiyon gösteririz ama kendi kendimizi gıdıklamaya çalıştığımızda
beyin bu noktalardaki hassasiyeti azalttığından gıdıklanamayız
Renklerden nasıl etkileniriz?
Renklerin insan davranışını ve psikolojisini önemli ölçüde etkilediği bugün kesinleşmiştir. Kanada'da bir okulda yapılan deneyde
odaların renk ve ışık düzenlerinin değiştirilmesi ile bazı öğrencilerin
zeka düzeylerinin ve disiplin sorunlarının olumlu biçimde etkilendiği
tespit edilmiştir. Ancak insan gözünün ışık ve rengi algılayan ağ
tabakasının görme sinirleri vasıtasıyla bunu beyne ilettikten sonra
beyinde nasıl fizyolojik etkiler yarattığını renkbilimciler henüz
açıklayamıyor.
Aslında gözümüze gelen görüntü iki çeşit görme hücresi aracılığı ile taranır. Silindir veya çomak şeklinde olanlar ışığı koni şeklinde olanlar ise rengi algılar. Gözümüzde 7 milyon konik ve 100 milyon kadar silindirik hücre vardır.
Renge duyarlı konik hücreler ağ tabakasının ortasında
ışığa duyarlı silindirik hücreler ise kenarında daha yoğundur. Bu
nedenle gece gökyüzünde gözümüzün kenarından gördüğümüz bir yıldızı
ona doğrudan bakınca göremeyiz. Çünkü burada ışığa hassas silindirik
hücreler daha az olduğundan görüntü kaybolur. Aynı şekilde gözümüzün
kenarıyla baktığımız şekillerde renkler kaybolur.
Yapılan deneylerde pembe renge bakan kişilerin rahatladıkları kırmızı turuncu ve sarı gibi sıcak renklere bakanlarda tansiyonun yükseldiği nabzın ve solunumun hızlandığı terlemenin çoğaldığı mavi rengin ise tam tersi etki yarattığı belirlenmiştir.
Araştırmalar insanların en çok mavi rengi sevdiklerini bunu kırmızı ve yeşilin takip ettiğini göstermektedir. Erkekler yeşil deniz mavisi turuncu ve koyu mor renkleri tercih ederken kadınlar firuze yeşili açık mavi pembe gibi açık-uçuk renkleri çocuklar ise mavi kırmızı yeşil sarı ve turuncu gibi canlı renkleri daha çok sevmektedirler.
Bir binada sarı renge boyanmış bir tavan odayı daha yükseksarı renkli duvarlar ise daha geniş gösterir. Kliniklerin sıcak renklere boyanması
beyaz rengin hastalarda yarattığı hüzün duygusunu azaltır. Ayaküstü
hazır yiyecek satan dükkanların duvarları iştah açtıran portakal
rengine boyanırken yarış arabalarında kırmızı veya turuncu-sarı renkler
tercih edilir. Aslında bir renk olmayan daha doğrusu renksizlik olan siyah da makam araçlarının klasik rengidir.
Kırmızı renk kan rengidir
asırlar boyu tehlikenin ve tahribatın simgesi olmuştur. Trafik
ışıklarında 'dur' sinyali olarak kullanılmasının nedeni de budur.
Ameliyathanelerde bulaşan kan rengini belli etmeyeceği için mantıken kırmızı giysi kullanılması gerekirken teskin edici mavi ve yeşil renkler tercih edilir.
Saçlarımız neden uzuyor?
Çünkü aksi takdirde berberler işsiz kalırdı! Ha ha! Şaka bir yana vücudumuzdaki kılların çok önemli görevleri vardır. Saçlarımız başımızı yazın güneşten kışın soğuktan korurlar. Kaşlarımız terimizin
kirpiklerimiz küçük parçaların gözümüze girmelerine engel olurlar.
Burun ve kulaklarımızdaki kıllar tozların girmesini önler.
Vücudumuzdaki diğer kıllar ise derimizi serin tutar ısı kaybım önler.
Bizler sadece saçımızın sakalımızın koltukaltlarında ve ge-nital bölgelerimizdeki kılların uzadığını kollarımız
bacaklarımız ve diğer yerlerdeki kıllarımızın uzamadığını düşünürüz.
Gerçekte saçımız da uzamasını bir süre sonra durdurur ama bunun için
bayağı uzun bir süre geçer.
Vücudumuzdaki kılların her biri topraktaki çim gibi
derimizin altındaki kendi torbasında yetişir ve büyür. Bu torbalardaki
yeni saç hücreleri kılların köklerini oluşturur. Yeni hücreler oluştukça eskilerini torbalardan dışarı iterler ve bu hücreler dışarı itildikçe canlı olma özelliklerini kaybederler yani ölürler ve de kıllarımızın ve saçlarımızın bizim görebildiğimiz kısmını
oluştururlar.
Vücudumuzun hangi kısmında olduklarına bağlı olarak
kıl torbasında belirli bir sürede yeni kıl hücreleri üretilir. Bu
süreye 'büyüme süreci' denir. Sonra büyüme bir süre için durur. Buna da
'durma süreci' denir. Bu sürecin de sonunda kılların yine büyüdüğü
'büyüme süreci' gelir ve bu böyle devam eder gider.
Durma sürecinde kıl kopar ve alttan gelen bir yenisi yerini alır. Yani
bir kılın veya saç telinin ulaşabileceği en uzun boyutu bu büyüme
sürecinin uzunluğu belirler. Kollarımızdaki kılları oluşturan
hücrelerin büyüme süreci birkaç ay olarak programlanmıştır. Bu nedenle
kıllar kısa bir süre içinde uzar bir santimetre civarında bir uzunluğa geldiklerinde artık uzamazlar belirli bir sürenin sonunda da alttan yenileri gelir.
Diğer taraftan saçlarımızın büyüme süreci iki seneden altı seneye kadar
değişir. Eğer kesmezseniz bir metre hatta daha da fazla bir uzunluğa
ulaşabilir. Saçlarımız üç aylık bir uzamanın ardından bir durma evresi
geçirir ve bu sırada alttan gelen yeni saçlar eskilerini atar
yani dökülmelerine sebep olur. Bunu banyo yaptıktan sonra lavaboya
dökülen saçlarınızdan anlayabilirsiniz. Bu yolla bir insan her gün
70-100 arasında saç teli döker.
Saç ve kıllarımızın her birinin büyüme ve durma süreçlerine başlama zamanları farklı olduğu için hepsi birden aynı anda dö-külmediklerinden devamlı olarak başımızda saç
vücudumuzda kıl olur. Hayvanlarda bu süreçler aynı zamanda başlayıp
bittiğinden onlar yılın belirli zamanlarında tüylerini dökerler
Neden uyuyoruz?
İşte hayatımızla ilgili son derece önemli bir soruya bir sürpriz cevap daha! 'Hiç kimse bilmiyor.' Cevabın kolay olduğunu uykuda enerjimizi şarj ettiğimizi söyleyebilirsiniz ama bilimsel araştırmalar bunu göstermiyor. Yapılan araştırmalarda İngiltere'de 70 yaşında bir kadının her gece bir saat uyuyarak hatta bir keresinde 56 saat uyanık kaldıktan sonra sadece 15 saat uyuyarak ertesi gün tam performans ile hayatını sürdürebildiği gözlemlenmiştir.
Aslında normalde hepimizin bildiği gibi bir gece dahi uyu-masak
ertesi gün adrenalin nedeni ile bütün aktivitelerimiz yavaşlamaktadır.
İki gece üst üste uyumayan insanda ise durum daha kötüdür. Dikkat ve
konsantrasyon düşer hatalar artar.
Üç günden sonra insan hayal görmeye başlayabilir
düşünce berraklığı kaybolur. Daha sonra ise artık insan gerçekle
ilişkisini keser. Fareler üzerinde yapılan deneylerde bir canlıyı
uyanık tutmaya çalışmakla ölümüne neden olunabileceği ispatlanmıştır.
Ayrıca arka arkaya geceleri yetersiz uyuyanlarda da benzeri problemler
gözlemlenmiştir. Uyku süresince oluştuğu gözlemlenen diğer iki olaydan
biri çocukların büyüme hormonlarının gelişmesi diğeri ise bağışıklık sistemimiz için gerekli olan kimyasalların salgılanmasıdır.
Fakat soru hala yerinde duruyor! 'Niçin uyuyoruz?' Kimse bilmiyor. İşte size çeşitli teoriler.
Uyku insana kaslarını ve diğer dokularını onarma yaşlanan veya ölen hücrelerini yenileme şansı verir.
Uyku insan beynine hafızasındaki bilgileri düzenleme gereksizleri unutma ve arşivleme şansı verir. Rüyalar da bu işlemin bir parçasıdır.
Uyku
enerji tüketimimizin miktarını azaltır. Bu nedenle günde 4-5 kez yerine
üç öğün yemekle yetinebiliriz. Gece karanlığında zaten hiçbir şey
yapamayacağımızdan anahtarı kapatarak enerji tasarrufu yaparız.
Uyku bütün gün çalışan beynin bir şarj süresi olabilir. Diğer organlardaki enerji harcanmasını kısarak beyin hücre aktivitele-ri için gerekli olan enerjiyi artırabilir.
Uyku hakkında tüm bildiğimiz geceleri iyi bir uyursak sabahları kendimizi iyi hissettiğimiz hem vücudumuzun hem de beynimizin yeni bir gün için kendisini tazelediği olgusudur.
Geri: Tüm NEDEN'lerinizin cevapları Burada... [güncellenecektir...]
Uyku nedir?
Uyku insan hayatında sırrı tam olarak çözülememiş enteresan bir
olaydır. Uykunun nasıl olduğunu bir bakıma hepimiz biliriz. Uyuyan bir
insanda aşağıdaki durumlar gözlemlenir;
•Yatarak uyur. •Gözleri kapalıdır.
•Çok yüksek bir ses olmadıkça
hiçbir şeyi işitmez. •Daha yavaş ve ritmik olarak nefes alır. •Adaleler
tamamen gevşemiştir. (Eğer bir koltukta otururken uyumuşsanız derin uykuda koltuktan düşebilirsiniz.) •Bir veya iki saatte bir kendi vücudunu elleri ile kontrol eder.
Bunlara ilave olarak kalp atışı yavaşlar ve beyinde rüya denilen çok
ilginç olaylar oluşur. Diğer bir deyişle uyuyan insan çevresinde oluşan
şeylerin çoğuna ilgisizdir. Uyuyan bir insan ile komada olan bir hasta
arasındaki en önemli fark uykuda olanın yeterli bir dış müdahale ile uyandırılabilmesidir.
Vahşi doğada yaşayan hayvanlar için bu düzgün ve etrafa ilgisiz yaklaşık sekiz saatlik uyuma periyodu pek mümkün görünmemekte bu durumun insanın evrimi süresince oluştuğu sanılmaktadır.
Sürüngenler
kuşlar ve memeliler hepsi uyurlar. Onlar da uykularında kısa süreler
için de olsa çevreleri ile ilişkilerini keserler. Bazı balıkların ve
kurbağa gibi hem suda hem de karada yaşayanların da belirli sürelerde aktivitelerini yavaşlattıkları fakat hiçbir zaman çevre ile ilgilerini kesmedikleri biliniyor. Böceklerin ise uyuyup uyumadıkları bilinmiyor ancak onların da bazıları gece bazıları gündüz hareketsiz kalıyor.
Beyin dalgaları üzerine yapılan çalışmalar sonucu sürüngenlerin rüya görmedikleri kuşların çok az memelilerin ise hepsinin uykularında rüya gördükleri saptanmıştır. İlginç olan noktalardan biri şu ki inekler ayakta uyurken değil de yatarken rüya görebilmektedirler.
Hayvanların uyku süreçleri de farklıdır. Örneğin insan bir kere ve uzun süre uyurken köpekler kısa aralıklarla bütün gün uyurlar. Hayvanların bazıları uyku için geceyi tercih ederken bazıları gündüzü tercih eder.
İnsanların uyku ihtiyacı yaşlandıkça azalır. Yeni doğmuş bir bebeğin uyku ihtiyacı günde 20 saat iken dört yaşında 12 saate on sekiz yaşında 10 saate düşer. Yetişkinler uyku için 7-9 saate ihtiyaç duyarlar ama genelde 6 saat yeterlidir.
Vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor?
Vücudumuzun ısısını korumasına kış aylarında üzerimize giysiler giyerek
biz yardımcı oluyoruz ama sıcak yaz aylarında üzerimizde çıkaracak bir
şey kalmayınca vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor?
Sıcak yaz aylarında vücudumuz ısısını terleme yolu ile koruyor ve
ayarlıyor. Beynimizde terlemeyi düzenleyen özel bir bez var. Adı da
'hipotalamus'. Ayrıca derimizin altında yumak görünümlü 2 milyon ter
bezi ve bu bezlerin her santimetrekaresinde 400 ince kanal var.
Çevre ısısının artması ile beyin ciltteki ter bezlerini uyarır. Bu ter bezleri de ince kanallar vasıtası ile
deri üzerine gözle görülemeyecek kadar az bir sıvı salgılarlar. Cilt
üzerine çıkan bu sıvı buharlaşırken vücudun ısısını da alır. Aynen esen
bir akşam rüzgarından serinletici bir fandan veya kapı önüne dökülen bir sudan sonra duyulan serinlik hissi gibi cilt soğur.
Gözle görülen ve görülmeyen olmak üzere iki çeşit terleme vardır. Nefes
verirken bile terleriz. Bu arada çıkan su buharı gözle görülmez. Diğeri
de yüzümüzde
ensemizde ve özellikle koltuk altlarımızda yoğun olarak bulunan ter
bezlerinin salgıları sonucu oluşan terlemelerdir. Böylece vücudumuzun
bir şekilde soğuması sağlanmış olur.
Aynı çevre ısısında bazıları rahatsız olur ve aşırı terlerken bazıları da bir rahatsızlık belirtisi göstermez hallerinden memnun otururlar. Kimileri sıcak yaz günlerini severken kimileri de kapalı puslu kış günlerini sever. Peki bunun tıbbi bir açıklaması var mıdır acaba?
Tıbbi değilse bile basit bir açıklaması vardır. Her insanın vücut ısısı daha doğrusu önceden ayarlanmış ortalama vücut ısısı aynı değildir. Vücudu 36 dereceye ayarlanmış bir insan 38 dereceye ayarlanmış bir insana göre çevresindeki sıcaklık yükselmelerine daha hassastır.
Terleme ve dolaşım sistemlerinin termostat düğmesi daha düşük derecelere ayarlanmış insanlar düşük çevre sıcaklıklarında kendilerini daha rahat hissederler.
Alkolün ne kadarı trafikte zararlıdır?
Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testinden ağza atılacak bir
şekerle veya sakızla kurtulmak mümkün değildir. Alkol aldığımızda veya
sarımsak soğan benzeri keskin kokulu yiyecekleri yediğimizde nefesimiz kokar. İstediğimiz kadar ağzımızı yıkayalım dişlerimizi fırçalayalım şeker yiyelim veya sakız çiğneyelim fark etmez bu kokuyu tam olarak gideremeyiz.
Bu kokuların nedenleri ağza veya boğaza bulaşan alkol ağızda dişlerin arasında kalan yiyecekler değildir. Onlar ağzın yıkanması ile giderilebilir. Bu kokular mideden de gelmez
çünkü yiyecek gitmediği zamanlarda yemek borusunun ucu hep kapalıdır.
Tüm bu alkol ve kokulu yiyeceklerin molekülleri midedeki hazım
sırasında mide duvarından geçerek kana karışır. Böylece akciğerlere
ulaşarak nefesle beraber çevreye yayılırlar.
Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testlerinde
nefesteki dolayısıyla kandaki alkol miktarı ölçülür. Cihaza üflemeyle
dışarı verilen havanın 2.000 santimetreküpü kanda bulunan alkol
miktarını gösterir. Bu oran alınan alkol miktarının kişinin ağırlığına bölünmesi ve erkeklerde 0.7 kadınlarda ise 0.6 katsayısının çarpılması ile hesaplanabilir.
Bu katsayılar arasındaki farkın nedeni aynı vücut ölçüleri ve yağ oranlarına sahip bir kadın ve erkek üzerinde yapılan deneylerde her ne kadar alkolün yüzde 20'si midede yüzde 80'i ince bağırsaklarda kana karışsa da kadınlarda alkolün midede daha az parçalanarak kana karışım oranının yüzde 30 daha fazla olması kadınların daha çabuk sarhoş olmaları ve sarhoşluğun daha uzun sürmesinin gözlemlenmesidir.
Bir kadeh sek rakı veya iki bardak şarap kanda 40 gram alkol bulunması
anlamına gelir. Böyle bir doz 75 kilo ağırlığındaki erkekte 40((75XO7)=0.76 gr/litre sonucunu verir ki trafikteki yasal limiti aşar.
Bu miktarda alkolü 60 kilo ağırlığındaki bir kadın aldığında suçlu olur çünkü hesaba göre kanında 40( (60X06)=1.1 grAitre alkol çıkar.
İnsanlarda bir litre kandaki alkol oranı 05 gramı geçtikten sonra refleksler yavaşlar sürücü bilincine hakim olamaz. Bu da ciddi kazalara yol açar
Banyodan sonra ellerimiz neden buruşur?
Bütün vücudumuz bir kısmı gözle görülebilen
büyük bir kısmı da ancak dikkatli bakınca fark edilen kıl ve tüylerle
kaplıdır. Bu tüy ve kılların dibinde 'sebum' adı verilen yağ bezleri
vardır. Bunların çıkardığı yağ su geçirmez keratin bir tabaka oluşturur ve suyun derimizden içeri girmesini önleyerek derimizi yumuşak tutar.
Belki de en çok kullanılan yerler olmaları nedeni ile vücudumuzda
sadece parmak uçlarımız ve tabanlarımızda kıl veya tüy yoktur. Dolayısı
ile koruyucu keratin tabaka da yoktur. Ayrıca parmaklarımızın uçları ve
ayaklarımızın tabanları kalın bir deri tabakası ile kaplanmıştır.
Parmaklarımızın uçları ve tabanlarımız suyun altında belli bir süre kalıp iyice ıslanırsa
osmos denilen daha sulu bir maddenin daha koyu bir maddenin içine
girişi sonucunda derimizin altına su girer ve bu su burada kendine yer
bulmak ister. Ancak buradaki kalın derimizin genleşerek bu suya
ayırabileceği fazla yeri olmadığı için aynen yazın çok sıcak havalarda yollardaki asfaltlarda olduğu gibi eğilir bükülür yani büzüşür.
Jet-lag olayı nedir?
Bütün hayvanların vücutlarının uyuma vücut ısısı üreme zamanı gibi periyodik fonksiyonlarını kontrol eden biyolojik bir iç saatleri vardır. Bu iç saatlerin çoğu kendi fonksiyonları için kendi zaman dilimlerinde çalışır ancak ışık ve sıcaklık gibi dış etkenlerden de etkilenir.
Eğer İstanbul'dan Newyork'a uçarsanız sizin vücut saatiniz hala İstanbul'a ayarlıdır. Örneğin İstanbul'dan saat 12:00'de havalanır 8 saatlik bir uçuştan sonra Newyork'a varırsanız
vücut saatiniz 20:00'dedir ama Newyork saat 13:00'ü yaşamaktadır.
Vücudunuzun saati ortama göre 7 saat ileridedir. Karnınız acıkacak biraz sonra uykunuz gelecektir ama akşam olmasına bile daha 7-8 saat vardır.
İşte bu olaya jet-lag denilir. 'Lag'in İngilizce'de anlamı geri kalma gecikmedir. Bu durumda uçuştan sonra insanda yorgun-
80
luk duyulmakta özellikle okuma araba kullanma ve iş görüşmeleri gibi konularda motivasyon ve konsantrasyon eksikliği görülmektedir.
Dünya dönüşünü 24 saatte tamamladığından
dünya yüzeyi kuzeyden güneye her biri l saatlik 24 zaman bölgesine
bölünmüştür. Örneğin İstanbul ile Newyork arasında 7 zaman bölgesi
vardır ve aynı anda İstanbul'da saat 14:00 iken Newyork'ta sabah 07:00'dir.
NASA'ya göre insan vücudunun biyolojik saatinin her bir zaman bölgesine
yani bir saatlik bir zaman değişimine alışması bir gün almaktadır. Bu
durumda İstanbul'dan NewYork'a gidince vücut kendini ancak 7 gün sonra
adapte edebilmektedir. Jet-lag olayı uçma mesafesine değil kaç zaman bölgesinden geçtiğinize bağlıdır. Aynı mesafe aynı zaman bölgesinde kuzey-gü-ney mesafesinde gidilince jet-lag olayı görülmemektedir.
Jet-lag olayının doğuya doğru mu
yoksa batıya doğru mu seyahatte daha çok görüldüğü tartışma konusudur.
Şüphesiz bu insanların çoğunluğunun yapısına ve yaşam düzeyine
bağlıdır. Yapılan anketler sonucunda çoğunluğun doğuya doğru yapılan uçuşlarda daha çok rahatsız olduğu insanın vücut saatini hızlandırmada
yavaşlatmaya göre daha fazla zorlandığı görülmektedir. Küçük çocukların
pek etkilenmediği jet-lag olayından en çok etkilenenler ise günlük
yaşantısı düzenli ve rutin işler yaparak yaşayanlardır. Uçaktaki
havanın kuru olması seyahat süresince hareketin kısıtlı olması içki içilmesi yeterli sıvı içecek alınamaması farklı iklimde farklı yemekler insanlarda jet-lag'a karşı direnç kırıcı diğer etkenlerdir.
Karagözlülerin çocuğu nasıl mavi gözlü olabilir?
Genlerin ana mekanizması çok basittir. Her anne ve baba iki tam gene
sahiptir. Ve bunlardan birini çocuğuna geçirir. Eğer an- ne ve babadan
alınan genler aynı ise
yani çocuk her iki taraftan da mavi göz genini aldı ise problem yoktur.
Çocuğun gözlerinin rengi mavi olacaktır. Ancak bir taraftan mavi göz
diğerinden kahverengi göz genini aldı ise gözlerinin biri mavi diğeri
kahverengi olamayacağına göre bu genlerden biri üstün gelecektir.
İşte rakibine karşı daima üstün gelen bu genlere hakim (dominant) gen
adı verilir. İnsanlarda koyu renk göz geni hakim gendir. Yukarıda bahsi
geçen çocuğun gözleri kahverengi olacaktır. Mavi göz rengi gibi
mücadeleyi kaybeden gene de saklı (recessive) gen denilmektedir.
Anne ve babadaki her iki gen de hakim gen ise sonuç aynı olacaktır.
Saklı gen bu mücadelede ancak her iki tarafın geni de saklı gen ise
galip çıkabilir. Uzun boy ve kısa boy genlerinde hakim olan uzun
boydur. Örneğin babada iki uzun boy geni (U/U) annede ise iki kısa boy geni (k/k) varsa her çocukta mutlaka bir uzun ve bir kısa boy geni(U/k) olacak ve uzun boy hakim gen olduğundan her çocuk uzun boylu olacaktır.
Bu çocuklar (U/k) gen yapılı biri ile evlenirlerse çocukların her birinde muhtemelen (U/U U/k k/U R/k) gen yapısı oluşacak yani üç çocuk uzun boylu olurken bir tanesi kısa boylu kalacaktır. İnsanlarda kahverengi göz rengi görme yeteneği ve saçlılık hakim genler jken mavi göz renk körlüğü ve kellik saklı genlerdir.
Saklı gen çocuğun DNA sarmalında kalıp onun çocuklarına da geçebilir. Babası mavi
annesi kahverengi gözlü çocuk kahverengi gözlü olur ama mavi renk göz
geni saklı olarak durur. Kendisi ile aynı genetik yapıda biri ile
evlenirse yukarıdaki uzun boy- kısa boy örneğinde olduğu gibi anne ve
baba kahverengi gözlü olmalarına rağmen çocuklardan biri mavi gözlü
olabilir.
Bu durum Mendel kurallarına uygun olup mavi gözlü çocukları olan
kahverengi gözlü anne ve babaların paniğe kapılmalarına ve ortada başka
bir neden aramalarına gerek yoktur.
Aynı anne ve babanın çocukları neden farklı oluyor?
Çocukların oluşumunu anne ve babadan aldıkları kromozomlar belirtiyorsa her insanda bir set kromozom varsa ve de bu kromozomlar zamanla değişmiyorsa
aynı anne ve babadan olan çocukların da birbirinin aynı olması gerekmez
mi? Üreme konusunda tabiat müthiş şaşırtıcıdır. Tabiatta çocukların
oluşumu ile ilgili özel bir sistem dizayn edilmiştir.
Son yılların gözde konusu DNA ile ilgili olarak gazetelerde ve
dergilerde çizilen resimlerden belki dikkatinizi çekmiştir. Kadın veya
erkek olsun her insanın bir set kromozomu vardır ve her kromozom
birleştikleri zaman 'X' harfini oluşturan iki parçadan ibarettir. Bu
ikili DNA'nın birbirine sıkıca sarılmış iki koludur. Bir insanın
kromozomunun bu iki yakasından biri anneden diğeri de babasından gelir. Ortadan 'X' şeklinde bağlı bu yeni kromozomun her iki yarısı da komple bir gen setini taşır.
Sperm yumurta ile birleşerek yeni bir insanın oluşumunu sağlar. Sperm yeni bebeğin kromozomunun bir yarısını taşır yumurta diğerini. Esas soru şudur: Sperm ve yumurtadaki DNA nereden gelmektedir? Babadaki her hücre
birbirinin tamamen aynı 'X' şeklindeki kromozomları taşır. Anne için de
bu aynıdır. Baba ile annenin kromozomları da kendi anne ve babalarının
kromozomlarından gelmiştir. Ama hangi yarısı gelmiştir? İşte doğanın
müthiş düzeninin ipucu da buradadır.
Babada sperm hücreleri oluşurken kendi anne ve babasının kromozomlarının birer yarısını rasgele yani bir kurala bağlı olmadan alır. Annenin yumurtalarında da aynı şey olunca doğan her çocuk dört kişinin yani anneanne
babaanne ve her iki dedesinin (dolayısıyla onların da ebeveynlerinin)
genlerinin rasgele karıştırılmış şeklinden oluşur ve her çocuk farklı
fiziksel ve psikolojik özellikler gösterir.
Kanımız kırmızı iken damarlarımız neden mavi?
Yaşamımızın sürebilmesi için vücudumuzdaki her bir hücrenin oksijene
ihtiyacı vardır. Hücrelerimize oksijeni kanımız taşır. Kanımız oksijeni
havadan aldığımız nefesin sonucunda akciğerlerimizden alır ve
vücudumuzun her bir noktasına ulaştırır. Bu noktalarda oksijeni
hücrelere devreden kanımız kalp tarafından emilerek tekrar oksijen depolayabilmesi için akciğerlerimize pompalanır ve çevrim böyle devam eder.
Kanımızın içinde oksijen moleküllerini tutup damarlarda taşıyarak hedefe ulaşıldığında bırakan özel bir molekül vardır. Kırmızı kan hücrelerini yani alyuvarları çevreleyen ve aslında demir içeren bir protein olan hemoglobin oksijenle birleşerek bilinen parlak kan rengini oluşturur.
Kanımız hücrelerde oksijeni terk edip
karbondioksiti alıp geri dönerken yani toplardamarlarımızda iken rengi
koyu kırmızı hatta biraz mora yakındır. Damarlarımızın çeperleri ve kan
hücreleri renksiz olduklarından kanın rengini veya renginin tonunu içinde oksijen olup olmaması tayin eder.
Damarlarımızın mavi renkte görünmesi vücudumuza gelen ışığın bir kısmının derimizde emilmesi
bir kısmının da yansıtılması ile ilgilidir. Derimizde mavi renk gibi
yüksek enerjiye sahip dalga boyundaki ışıklar daha çok yansıtılıp
gözümüze geldiği için damarlarımız mavi renkte görülür.
Vücudumuzda gördüğümüz damarların hemen hemen tümüne yakını daha koyu
renkli kanı taşıyan toplardamarlardır. Atardamarlarda kalp tarafından
pompalanan kanın vücudun her yerine süratle ulaşabilmesi için basınç
yüksektir. Toplardamarlarda ise kanın basıncı düşük hızı da daha yavaştır.
Herhangi bir atardamar kesildiğinde kan daha hızlı dışarı çıkar
kan kaybı süratli ve çok olur. Hayati tehlike yaratır. Bu tehlikeye
karşı atardamarlarımız daha kalın çeperli yapılmış ve derimizin altında
daha derinlere yerleştirilmişlerdir. Bir kaza veya ameliyat olmadıkça
atardamarlarımızı pek göremezsiniz.
Bu nedenle derimizde gördüğümüz damarların çoğu
et kalınlığı az olduğu için içindeki kanın rengini daha çok yansıtan ve
deriye daha yakın olan toplardamarlardır. Tabii ki bu durum
toplardamarlar kesildiğinde kanın koyu kırmızı veya mor renkte akacağı
anlamına gelmez. Kesilme yerinden akan kan derhal hava ile temas edip ondaki zengin oksijeni alır ve rengi yine bilinen kan rengine dönüşür.
İnsanlar niçin dondurularak saklanamıyor
Tedavisi günümüzde mümkün olmayan hastalan ölmeden önce dondurup teknolojinin gelişip tedavi imkanlarının bulunabileceği ileriki yıllara kadar saklamak bilim insanlarının üzerinde çok çalıştıkları bir konudur ve bilim insanlarını bu araştırmalara iten sebep kurbağalardır.
Doğada bazı cins kurbağalar kış uykusu süresince donarlar; kalp atışları nefes alışları ve kan dolaşımları tamamen durur. Hatta aort damarları kesildiğinde bile kanama olmaz. Buzlar çözüldükten sonra önce kalp atmaya başlar ve kurbağa hayata geri döner.
Yapılan araştırmalarda kurbağaların aniden donmadıkları
24 saat süresince kan ve hücrelerinin arasındaki su dondukça geriye
donma noktası düşük bir tip antifriz çözelti bıraktıkları ve glikoz
üretimlerini çok yükselttikleri tespit edilmiştir. Oysa insanda bu
oranda şeker yükselmesine mani olacak birçok mekanizma vardır ve iyi
çalışmamalarının sonucu ise şeker hastalığıdır. Bir memelinin
hücresinin dondurularak saklanabilmesi için
hücrenin içinde oluşan buzun en az seviyede olması gerekir. Hücre
içindeki suyun tamamen donması ölüme yol açar. Bunun için de dondurma
işlemine hücre dışı sıvılardan başlanılmalı sadece hücre aralarındaki ve kandaki su donmak hücredeki zar ve proteinlerin yapıları bozulmamalıdır. Donmuş kan besin ve oksijen taşıyamayacağından
metabolizmada ne gibi aksaklıklar görülebileceği hala bilinmemektedir.
Ayrı bir sorun da suyun donduğu vakit genişlemesidir. Bu yüzden kan
damarları parçalanabilir doku yapısı bozulabilir hücre zan yırtılabilir.
Aslında artık günümüzde insanın yumurta hücreleri sperm ve beyaz kan hücreleri
deri ve korneası dondurularak saklanabilmektedir. Ancak bunların hücre
sayıları çok azdır. Nakil için böbrekler ve karaciğer buz içinde
saklanır ama bunun da süresi en fazla 2-3 gündür. Üstelik bu organlar
soğuk ortamda saklanmakta ama dondurulmamaktadır.
Halen bir organ bile dondurulup saklanamadığına göre bütün bir vücudu dondurarak saklama konusunda bilim insanları pek iyimser değiller ama çalışmalar devam ediyor. Daha doğrusu insanı dondurup saklamak şüphesiz mümkün de tekrar ısıtılıp canlandırmanın yolu henüz bilinmiyor.
Suyun altında neden bulanık görürüz?
Denize dalıp gözlerimizi açtığımızda etrafı bulanık görürüz ama deniz gözlüğünü takınca her şey netleşir. Anlaşılıyor ki gözümüzün önünde deniz gözlüğünün içindeki hava olmadıkça suyun içinde görme işlevinde bir aksama olmaktadır.
Gözümüzün dışbükey şeklindeki dış yüzeyi sadece bir mercek görevi görür. Bu mercek olmadan gözümüz ışığı alıp arka taraftaki retina tabakasına odaklayamaz. Yani gözümüzün dışı bir görme elemanından ziyade görüntünün ince ayarını yapan basit bir mercektir.
Işık havadan suya veya bir prizmanın içinden geçerken olduğu gibi farklı yoğunluktaki cisimlerden geçerken kırılır. Bunu biliyoruz. Gözümüzün yoğunluğu ve dışbükeyliği öyle ayar
lanmıştır ki gelen ışık kırılma sonucunda gözümüzün arkasındaki retinada odaklaşır.
Işığın sudaki hızı gözümüzü geçerkenki hızı ile yaklaşık aynıdır. Ancak suyun yoğunluğu farklı olduğundan buradan gelen ışık havadan gelecek ışığa göre yoğunluğu ayarlanmış gözümüzde tam kınlamaz görüntü retinada tam odaklaşamaz ve suyun altında cisimleri flu görürüz.
Eğer su ile gözümüz arasına bir cam koyar ve arkasında havanın bulunduğu bir boşluk bırakırsak sudan havaya geçen ışık oradan gözümüze gelerek normal olarak kırılır ve görüntü de retina da net olarak odaklaşır.
İnsanların neden bazıları solaktır?
İnsanların çoğunun niçin
daha çok sağ ellerini kullandıkları henüz bilinmiyor. Eğer dünya
nüfusunun yarısı solak olsaydı veya dünyada hiç solak bulunmasaydı bu durum tabiatın kurallarına daha uygun olabilirdi ancak tek yumurta ikizlerinin bile yüzde onunun farklı ellerini kullanmaları şaşırtıcıdır. Bu durumun genetik olmadığı kalıtımla bir ilgisinin bulunmadığı da kesin. Bebeklerin rahimdeki pozisyohlarıyla ilgili teoriler var ama kanıtlanmış değil.
İnsanın dışında hiçbir yaratık bir elini veya ayağını diğerine göre öncelikli kullanmaz. Dünyada tarih boyunca
kültür ve ırk farkı olmaksızın insanlar arasında sağ elini kullananlar
hep çoğunlukta olmuşlardır. Bilim insanları yıllardır bunun nedenini
arayıp durmaktadır.
Bilindiği gibi
beynimizin her iki yarısı değişik yetenekleri kontrol eder. Önceleri
beynimizin sol yansının konuşma yeteneğimize kumanda ettiği
bilindiğinden yazmamıza da kumanda ettiği bütün önemli kumandaları bu tarafın üstlendiği sanılıyordu. Ama sonraları beynimizin sağ yansının da idrak yargılama
hafıza gibi çok önemli işlevlere kumanda ettiği beynin her iki yarısının da bir birinden üstün olmadığı ve her iki tarafın da eşit değerde görevler üstlendiği görüldü.
Solakların oranı hakkında çeşitli görüşler var. Genel görüş bunun 1/9
oranında olduğu şeklindedir. Her azınlığın başına geldiği gibi solaklar
toplumda bazı zorluklarla karşılaşmışlar hatta tarihin karanlık çağlarında şeytanla bile özdeştirilmişlerdir. Günümüzde bile solak doğan çocuklar aileleri tarafından sağ elleri ile yazmaya zorlanmaktadırlar.
Sağ ellerini kullananlar için hayat daha kolaydır. Onlar daha iyi organize olmuşlar acımasız bir üstünlük kurmuşlar dünyada her şeyi kendilerine göre ayarlamışlardır. Arabaların vitesleri silahlarda boş kovanların fırlayış yönü hatta tuvaletteki muslukların yeri bile hep sağ ellilere göre tasarlanmıştır.
İngilizce'de sol anlamındaki 'left' kelimesi
zayıf ve kullanışsız anlamında eski İngilizce'de kullanılan 'lyft'
kelimesinden türetilmiştir. Sağ anlamındaki 'right' ise haklılık ve
doğruluk anlamında da kullanılır. Türkçe'de de öyle değil mi? Sağ hem
canlı ve hayatta anlamında kullanılır hem de sağlıklı sağlam gibi sıfatların kökünü oluşturur solun ise soluk gibi bir sıfatın kökünü oluşturma dışında sadece bir nota ile isim benzerliği var
Parmaklarımız neden çıtlar?
Bazı insanlar her iki elinin parmaklarını birbirine geçirerek ve onları gererek ses çıkartırlar yani çıtlatırlar. Çoğumuz buradan gelen sesin kemiklerden geldiğini sanırız hatta rahatsız oluruz ama nedense bunu yapanlar hallerinden memnun görünürler.
En çok ve kolaylıkla çıtlattığımız yerler vücudumuzda en çok bulunan sürtünmeli eklem yerleridir. Bu tip eklem yerlerinde örneğin parmaklarımızda iki kemiğin birleştiği yerde bir
bağlantı kapsülü vardır. Bu kapsülün içinde kemiklerin hareketleri
sırasında buraları yağlayan bir sıvı vardır. Bu sıvının içinde erimiş
halde oksijen nitrojen ve karbondioksit gazları bulunur.
Vücudumuzda en kolay çıtlatabileceğimiz eklem yerlerimiz
parmaklarımızdır. Parmaklarımız gerilince ve eklem yerlerimiz
düzleşince bu kapsül de gerilir. İçindeki sıvının basıncı azalır ve gaz
kabarcıkları patlamaya başlar. İşte kulağımıza gelenler bu seslerdir.
Patlayan kabarcıklar neticesinde gazlar bu sıvıyı terk eder sıvı daha da genleşir ve eklem yerinin hareket kabiliyetini arttırır.
Şüphesiz ki eklem yerinin gerilmesi bu kapsülün boyu ile sınırlıdır. Eğer parmaklarınızı çıtlattığınız anda röntgenini de çekerseniz eklem içinde oluşan gaz kabarcıklarını görebilirsiniz. Bu olay eklem yerindeki hacmi yaklaşık yüzde 15-20 artırır.
Aynı parmağınızı arka arkaya çıtlatamazsınız. Bir süre beklemeniz gerekir çünkü gaz kabarcıklarının sıvı içersinde tekrar oluşması biraz zaman alır.
Tüm bu açıklamalar deneylerle ispatlanmasına rağmen
yine de bu kadar küçük gaz miktarının bu kadar büyük bir ses
çıkartabilmesinin nedeni hala anlaşılmış değildir. Bu sorunun tatmin
edici bir cevabı da henüz yoktur. Ayrıca detaylı çalışmalar
göstermiştir ki
çıtırdama sırasında iki ayrı ses duyulmaktadır. Birincisinin gaz
kabarcıklarının patlaması olduğu biliniyor. İkinci sesin ise kapsülün
uzama sınırına vardığında çıktığı sanılıyor.
Evet geldik en çok merak edilen soruya! Parmaklarımızı çıtlatmak
vücudumuz için zararlı mıdır? Bu konuda elde çok az bilimsel çalışma
sonucu vardır. Bir görüşe göre parmak çıtlatmanın eklem yerlerimizdeki
sıvıya bir tesiri yoktur. Diğer bir görüşe göre ise sürekli olarak bunu
yapanlarda ve bunu alışkanlık haline getirenlerde eklemler etrafındaki yumuşak doku zarar görmekte parmaklar şişmekte dolayısı ile elin kavrama gücü azalmaktadır.
Uyurken beynimizde neler oluyor?
Eğer bir insanın başına 'elektroensephalograf' (ezberlemeniz gerekmez!) adını taşıyan bir cihaz bağlarsanız o insanın yaydığı beyin dalgalarını kaydedebilirsiniz. Uyanık ve hareketsiz durumdaki bir insanın beyni saniyede 10 kez salınım yapan 'alfa' dalgaları yayar. Hareketli bir insanın beyni ise şahmını iki kez fazla olan 'beta' dalgalan yayar.
Uyku sırasında ise beyin salınımları çok daha az olan iki tür dalgayı 'teta' ve 'delta' dalgalarını yayar. 'Teta' dalgalarının sa-lınımı saniyede 3.5 ila 7 arasında olup 'delta' dalgalarmınki saniyede 3.5'tan azdır.
İnsanın uykusu derinleştikçe beyin dalgaları da yavaşlar. İnsanda en derin ve uyandırılmasmın en zor olduğu uyku zamanında beyin artık 'delta' dalgaları yaymaya başlamıştır.
Şimdi geldik işin en ilginç yönüne. İnsan gece uykudayken çeşitli
zamanlarda beklenmeyen şeyler oluşur. İngilizce'deki 'Hızlı Göz
Hareketleri' kelimelerinin baş harflerinden alınarak 'REM' uykusu da
denilen ve insanların çoğunluğunda bir gecede 3-5 kez görülen bu safhada beyin dalgaları uyanık bir insa-nınki kadar hızlanır.
Bir insanı veya bir köpeği REM uykuları sırasında seyrederseniz gözlerinin öne ve arkaya hızla titrediğini görürsünüz. REM uykusu safhasında köpeklerin çoğunda insanların ise bir kısmında kollarda bacaklarda ve yüz kaslarında seğirmeler de görülebilir.
Rüya REM uykusu safhasında olur. Bu safhadaki bir insanı uyandırırsanız rüyasını çok canlı olarak hatırlar ve anlatabilir. REM safhası dışındaki uykularda insanlar genellikle rüya görmezler.
Geceleri iyi bir uyku çekebilmek için hem REM
hem de bunun dışındaki safhaların birlikte yaşanması gereklidir. REM
kısmı uyku süresinin yüzde 25 kadarını kapsamalıdır. Normal uykudaki
bir REM veya rüya bölümü 5 ila 30 dakika sürer.
Uyku ilaçlan daha çabuk ve derin uyumanızı sağlayabilirler ama
uykunuzun ve özellikle de REM kısmının kalitesini değiştirirler.
Uykudan önce alınan alkol de beynin dalga yayma sistemini ve düzenini
etkiler. Düzenli bir uyku için insan her zaman aynı saatte yatmalı hafta sonlan da dahil aynı saatte uyanmalıdır.
Uyku insan hayatında sırrı tam olarak çözülememiş enteresan bir
olaydır. Uykunun nasıl olduğunu bir bakıma hepimiz biliriz. Uyuyan bir
insanda aşağıdaki durumlar gözlemlenir;
•Yatarak uyur. •Gözleri kapalıdır.
•Çok yüksek bir ses olmadıkça
hiçbir şeyi işitmez. •Daha yavaş ve ritmik olarak nefes alır. •Adaleler
tamamen gevşemiştir. (Eğer bir koltukta otururken uyumuşsanız derin uykuda koltuktan düşebilirsiniz.) •Bir veya iki saatte bir kendi vücudunu elleri ile kontrol eder.
Bunlara ilave olarak kalp atışı yavaşlar ve beyinde rüya denilen çok
ilginç olaylar oluşur. Diğer bir deyişle uyuyan insan çevresinde oluşan
şeylerin çoğuna ilgisizdir. Uyuyan bir insan ile komada olan bir hasta
arasındaki en önemli fark uykuda olanın yeterli bir dış müdahale ile uyandırılabilmesidir.
Vahşi doğada yaşayan hayvanlar için bu düzgün ve etrafa ilgisiz yaklaşık sekiz saatlik uyuma periyodu pek mümkün görünmemekte bu durumun insanın evrimi süresince oluştuğu sanılmaktadır.
Sürüngenler
kuşlar ve memeliler hepsi uyurlar. Onlar da uykularında kısa süreler
için de olsa çevreleri ile ilişkilerini keserler. Bazı balıkların ve
kurbağa gibi hem suda hem de karada yaşayanların da belirli sürelerde aktivitelerini yavaşlattıkları fakat hiçbir zaman çevre ile ilgilerini kesmedikleri biliniyor. Böceklerin ise uyuyup uyumadıkları bilinmiyor ancak onların da bazıları gece bazıları gündüz hareketsiz kalıyor.
Beyin dalgaları üzerine yapılan çalışmalar sonucu sürüngenlerin rüya görmedikleri kuşların çok az memelilerin ise hepsinin uykularında rüya gördükleri saptanmıştır. İlginç olan noktalardan biri şu ki inekler ayakta uyurken değil de yatarken rüya görebilmektedirler.
Hayvanların uyku süreçleri de farklıdır. Örneğin insan bir kere ve uzun süre uyurken köpekler kısa aralıklarla bütün gün uyurlar. Hayvanların bazıları uyku için geceyi tercih ederken bazıları gündüzü tercih eder.
İnsanların uyku ihtiyacı yaşlandıkça azalır. Yeni doğmuş bir bebeğin uyku ihtiyacı günde 20 saat iken dört yaşında 12 saate on sekiz yaşında 10 saate düşer. Yetişkinler uyku için 7-9 saate ihtiyaç duyarlar ama genelde 6 saat yeterlidir.
Vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor?
Vücudumuzun ısısını korumasına kış aylarında üzerimize giysiler giyerek
biz yardımcı oluyoruz ama sıcak yaz aylarında üzerimizde çıkaracak bir
şey kalmayınca vücudumuz ısısını nasıl ayarlıyor?
Sıcak yaz aylarında vücudumuz ısısını terleme yolu ile koruyor ve
ayarlıyor. Beynimizde terlemeyi düzenleyen özel bir bez var. Adı da
'hipotalamus'. Ayrıca derimizin altında yumak görünümlü 2 milyon ter
bezi ve bu bezlerin her santimetrekaresinde 400 ince kanal var.
Çevre ısısının artması ile beyin ciltteki ter bezlerini uyarır. Bu ter bezleri de ince kanallar vasıtası ile
deri üzerine gözle görülemeyecek kadar az bir sıvı salgılarlar. Cilt
üzerine çıkan bu sıvı buharlaşırken vücudun ısısını da alır. Aynen esen
bir akşam rüzgarından serinletici bir fandan veya kapı önüne dökülen bir sudan sonra duyulan serinlik hissi gibi cilt soğur.
Gözle görülen ve görülmeyen olmak üzere iki çeşit terleme vardır. Nefes
verirken bile terleriz. Bu arada çıkan su buharı gözle görülmez. Diğeri
de yüzümüzde
ensemizde ve özellikle koltuk altlarımızda yoğun olarak bulunan ter
bezlerinin salgıları sonucu oluşan terlemelerdir. Böylece vücudumuzun
bir şekilde soğuması sağlanmış olur.
Aynı çevre ısısında bazıları rahatsız olur ve aşırı terlerken bazıları da bir rahatsızlık belirtisi göstermez hallerinden memnun otururlar. Kimileri sıcak yaz günlerini severken kimileri de kapalı puslu kış günlerini sever. Peki bunun tıbbi bir açıklaması var mıdır acaba?
Tıbbi değilse bile basit bir açıklaması vardır. Her insanın vücut ısısı daha doğrusu önceden ayarlanmış ortalama vücut ısısı aynı değildir. Vücudu 36 dereceye ayarlanmış bir insan 38 dereceye ayarlanmış bir insana göre çevresindeki sıcaklık yükselmelerine daha hassastır.
Terleme ve dolaşım sistemlerinin termostat düğmesi daha düşük derecelere ayarlanmış insanlar düşük çevre sıcaklıklarında kendilerini daha rahat hissederler.
Alkolün ne kadarı trafikte zararlıdır?
Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testinden ağza atılacak bir
şekerle veya sakızla kurtulmak mümkün değildir. Alkol aldığımızda veya
sarımsak soğan benzeri keskin kokulu yiyecekleri yediğimizde nefesimiz kokar. İstediğimiz kadar ağzımızı yıkayalım dişlerimizi fırçalayalım şeker yiyelim veya sakız çiğneyelim fark etmez bu kokuyu tam olarak gideremeyiz.
Bu kokuların nedenleri ağza veya boğaza bulaşan alkol ağızda dişlerin arasında kalan yiyecekler değildir. Onlar ağzın yıkanması ile giderilebilir. Bu kokular mideden de gelmez
çünkü yiyecek gitmediği zamanlarda yemek borusunun ucu hep kapalıdır.
Tüm bu alkol ve kokulu yiyeceklerin molekülleri midedeki hazım
sırasında mide duvarından geçerek kana karışır. Böylece akciğerlere
ulaşarak nefesle beraber çevreye yayılırlar.
Trafik denetlemelerinde yapılan alkol testlerinde
nefesteki dolayısıyla kandaki alkol miktarı ölçülür. Cihaza üflemeyle
dışarı verilen havanın 2.000 santimetreküpü kanda bulunan alkol
miktarını gösterir. Bu oran alınan alkol miktarının kişinin ağırlığına bölünmesi ve erkeklerde 0.7 kadınlarda ise 0.6 katsayısının çarpılması ile hesaplanabilir.
Bu katsayılar arasındaki farkın nedeni aynı vücut ölçüleri ve yağ oranlarına sahip bir kadın ve erkek üzerinde yapılan deneylerde her ne kadar alkolün yüzde 20'si midede yüzde 80'i ince bağırsaklarda kana karışsa da kadınlarda alkolün midede daha az parçalanarak kana karışım oranının yüzde 30 daha fazla olması kadınların daha çabuk sarhoş olmaları ve sarhoşluğun daha uzun sürmesinin gözlemlenmesidir.
Bir kadeh sek rakı veya iki bardak şarap kanda 40 gram alkol bulunması
anlamına gelir. Böyle bir doz 75 kilo ağırlığındaki erkekte 40((75XO7)=0.76 gr/litre sonucunu verir ki trafikteki yasal limiti aşar.
Bu miktarda alkolü 60 kilo ağırlığındaki bir kadın aldığında suçlu olur çünkü hesaba göre kanında 40( (60X06)=1.1 grAitre alkol çıkar.
İnsanlarda bir litre kandaki alkol oranı 05 gramı geçtikten sonra refleksler yavaşlar sürücü bilincine hakim olamaz. Bu da ciddi kazalara yol açar
Banyodan sonra ellerimiz neden buruşur?
Bütün vücudumuz bir kısmı gözle görülebilen
büyük bir kısmı da ancak dikkatli bakınca fark edilen kıl ve tüylerle
kaplıdır. Bu tüy ve kılların dibinde 'sebum' adı verilen yağ bezleri
vardır. Bunların çıkardığı yağ su geçirmez keratin bir tabaka oluşturur ve suyun derimizden içeri girmesini önleyerek derimizi yumuşak tutar.
Belki de en çok kullanılan yerler olmaları nedeni ile vücudumuzda
sadece parmak uçlarımız ve tabanlarımızda kıl veya tüy yoktur. Dolayısı
ile koruyucu keratin tabaka da yoktur. Ayrıca parmaklarımızın uçları ve
ayaklarımızın tabanları kalın bir deri tabakası ile kaplanmıştır.
Parmaklarımızın uçları ve tabanlarımız suyun altında belli bir süre kalıp iyice ıslanırsa
osmos denilen daha sulu bir maddenin daha koyu bir maddenin içine
girişi sonucunda derimizin altına su girer ve bu su burada kendine yer
bulmak ister. Ancak buradaki kalın derimizin genleşerek bu suya
ayırabileceği fazla yeri olmadığı için aynen yazın çok sıcak havalarda yollardaki asfaltlarda olduğu gibi eğilir bükülür yani büzüşür.
Jet-lag olayı nedir?
Bütün hayvanların vücutlarının uyuma vücut ısısı üreme zamanı gibi periyodik fonksiyonlarını kontrol eden biyolojik bir iç saatleri vardır. Bu iç saatlerin çoğu kendi fonksiyonları için kendi zaman dilimlerinde çalışır ancak ışık ve sıcaklık gibi dış etkenlerden de etkilenir.
Eğer İstanbul'dan Newyork'a uçarsanız sizin vücut saatiniz hala İstanbul'a ayarlıdır. Örneğin İstanbul'dan saat 12:00'de havalanır 8 saatlik bir uçuştan sonra Newyork'a varırsanız
vücut saatiniz 20:00'dedir ama Newyork saat 13:00'ü yaşamaktadır.
Vücudunuzun saati ortama göre 7 saat ileridedir. Karnınız acıkacak biraz sonra uykunuz gelecektir ama akşam olmasına bile daha 7-8 saat vardır.
İşte bu olaya jet-lag denilir. 'Lag'in İngilizce'de anlamı geri kalma gecikmedir. Bu durumda uçuştan sonra insanda yorgun-
80
luk duyulmakta özellikle okuma araba kullanma ve iş görüşmeleri gibi konularda motivasyon ve konsantrasyon eksikliği görülmektedir.
Dünya dönüşünü 24 saatte tamamladığından
dünya yüzeyi kuzeyden güneye her biri l saatlik 24 zaman bölgesine
bölünmüştür. Örneğin İstanbul ile Newyork arasında 7 zaman bölgesi
vardır ve aynı anda İstanbul'da saat 14:00 iken Newyork'ta sabah 07:00'dir.
NASA'ya göre insan vücudunun biyolojik saatinin her bir zaman bölgesine
yani bir saatlik bir zaman değişimine alışması bir gün almaktadır. Bu
durumda İstanbul'dan NewYork'a gidince vücut kendini ancak 7 gün sonra
adapte edebilmektedir. Jet-lag olayı uçma mesafesine değil kaç zaman bölgesinden geçtiğinize bağlıdır. Aynı mesafe aynı zaman bölgesinde kuzey-gü-ney mesafesinde gidilince jet-lag olayı görülmemektedir.
Jet-lag olayının doğuya doğru mu
yoksa batıya doğru mu seyahatte daha çok görüldüğü tartışma konusudur.
Şüphesiz bu insanların çoğunluğunun yapısına ve yaşam düzeyine
bağlıdır. Yapılan anketler sonucunda çoğunluğun doğuya doğru yapılan uçuşlarda daha çok rahatsız olduğu insanın vücut saatini hızlandırmada
yavaşlatmaya göre daha fazla zorlandığı görülmektedir. Küçük çocukların
pek etkilenmediği jet-lag olayından en çok etkilenenler ise günlük
yaşantısı düzenli ve rutin işler yaparak yaşayanlardır. Uçaktaki
havanın kuru olması seyahat süresince hareketin kısıtlı olması içki içilmesi yeterli sıvı içecek alınamaması farklı iklimde farklı yemekler insanlarda jet-lag'a karşı direnç kırıcı diğer etkenlerdir.
Karagözlülerin çocuğu nasıl mavi gözlü olabilir?
Genlerin ana mekanizması çok basittir. Her anne ve baba iki tam gene
sahiptir. Ve bunlardan birini çocuğuna geçirir. Eğer an- ne ve babadan
alınan genler aynı ise
yani çocuk her iki taraftan da mavi göz genini aldı ise problem yoktur.
Çocuğun gözlerinin rengi mavi olacaktır. Ancak bir taraftan mavi göz
diğerinden kahverengi göz genini aldı ise gözlerinin biri mavi diğeri
kahverengi olamayacağına göre bu genlerden biri üstün gelecektir.
İşte rakibine karşı daima üstün gelen bu genlere hakim (dominant) gen
adı verilir. İnsanlarda koyu renk göz geni hakim gendir. Yukarıda bahsi
geçen çocuğun gözleri kahverengi olacaktır. Mavi göz rengi gibi
mücadeleyi kaybeden gene de saklı (recessive) gen denilmektedir.
Anne ve babadaki her iki gen de hakim gen ise sonuç aynı olacaktır.
Saklı gen bu mücadelede ancak her iki tarafın geni de saklı gen ise
galip çıkabilir. Uzun boy ve kısa boy genlerinde hakim olan uzun
boydur. Örneğin babada iki uzun boy geni (U/U) annede ise iki kısa boy geni (k/k) varsa her çocukta mutlaka bir uzun ve bir kısa boy geni(U/k) olacak ve uzun boy hakim gen olduğundan her çocuk uzun boylu olacaktır.
Bu çocuklar (U/k) gen yapılı biri ile evlenirlerse çocukların her birinde muhtemelen (U/U U/k k/U R/k) gen yapısı oluşacak yani üç çocuk uzun boylu olurken bir tanesi kısa boylu kalacaktır. İnsanlarda kahverengi göz rengi görme yeteneği ve saçlılık hakim genler jken mavi göz renk körlüğü ve kellik saklı genlerdir.
Saklı gen çocuğun DNA sarmalında kalıp onun çocuklarına da geçebilir. Babası mavi
annesi kahverengi gözlü çocuk kahverengi gözlü olur ama mavi renk göz
geni saklı olarak durur. Kendisi ile aynı genetik yapıda biri ile
evlenirse yukarıdaki uzun boy- kısa boy örneğinde olduğu gibi anne ve
baba kahverengi gözlü olmalarına rağmen çocuklardan biri mavi gözlü
olabilir.
Bu durum Mendel kurallarına uygun olup mavi gözlü çocukları olan
kahverengi gözlü anne ve babaların paniğe kapılmalarına ve ortada başka
bir neden aramalarına gerek yoktur.
Aynı anne ve babanın çocukları neden farklı oluyor?
Çocukların oluşumunu anne ve babadan aldıkları kromozomlar belirtiyorsa her insanda bir set kromozom varsa ve de bu kromozomlar zamanla değişmiyorsa
aynı anne ve babadan olan çocukların da birbirinin aynı olması gerekmez
mi? Üreme konusunda tabiat müthiş şaşırtıcıdır. Tabiatta çocukların
oluşumu ile ilgili özel bir sistem dizayn edilmiştir.
Son yılların gözde konusu DNA ile ilgili olarak gazetelerde ve
dergilerde çizilen resimlerden belki dikkatinizi çekmiştir. Kadın veya
erkek olsun her insanın bir set kromozomu vardır ve her kromozom
birleştikleri zaman 'X' harfini oluşturan iki parçadan ibarettir. Bu
ikili DNA'nın birbirine sıkıca sarılmış iki koludur. Bir insanın
kromozomunun bu iki yakasından biri anneden diğeri de babasından gelir. Ortadan 'X' şeklinde bağlı bu yeni kromozomun her iki yarısı da komple bir gen setini taşır.
Sperm yumurta ile birleşerek yeni bir insanın oluşumunu sağlar. Sperm yeni bebeğin kromozomunun bir yarısını taşır yumurta diğerini. Esas soru şudur: Sperm ve yumurtadaki DNA nereden gelmektedir? Babadaki her hücre
birbirinin tamamen aynı 'X' şeklindeki kromozomları taşır. Anne için de
bu aynıdır. Baba ile annenin kromozomları da kendi anne ve babalarının
kromozomlarından gelmiştir. Ama hangi yarısı gelmiştir? İşte doğanın
müthiş düzeninin ipucu da buradadır.
Babada sperm hücreleri oluşurken kendi anne ve babasının kromozomlarının birer yarısını rasgele yani bir kurala bağlı olmadan alır. Annenin yumurtalarında da aynı şey olunca doğan her çocuk dört kişinin yani anneanne
babaanne ve her iki dedesinin (dolayısıyla onların da ebeveynlerinin)
genlerinin rasgele karıştırılmış şeklinden oluşur ve her çocuk farklı
fiziksel ve psikolojik özellikler gösterir.
Kanımız kırmızı iken damarlarımız neden mavi?
Yaşamımızın sürebilmesi için vücudumuzdaki her bir hücrenin oksijene
ihtiyacı vardır. Hücrelerimize oksijeni kanımız taşır. Kanımız oksijeni
havadan aldığımız nefesin sonucunda akciğerlerimizden alır ve
vücudumuzun her bir noktasına ulaştırır. Bu noktalarda oksijeni
hücrelere devreden kanımız kalp tarafından emilerek tekrar oksijen depolayabilmesi için akciğerlerimize pompalanır ve çevrim böyle devam eder.
Kanımızın içinde oksijen moleküllerini tutup damarlarda taşıyarak hedefe ulaşıldığında bırakan özel bir molekül vardır. Kırmızı kan hücrelerini yani alyuvarları çevreleyen ve aslında demir içeren bir protein olan hemoglobin oksijenle birleşerek bilinen parlak kan rengini oluşturur.
Kanımız hücrelerde oksijeni terk edip
karbondioksiti alıp geri dönerken yani toplardamarlarımızda iken rengi
koyu kırmızı hatta biraz mora yakındır. Damarlarımızın çeperleri ve kan
hücreleri renksiz olduklarından kanın rengini veya renginin tonunu içinde oksijen olup olmaması tayin eder.
Damarlarımızın mavi renkte görünmesi vücudumuza gelen ışığın bir kısmının derimizde emilmesi
bir kısmının da yansıtılması ile ilgilidir. Derimizde mavi renk gibi
yüksek enerjiye sahip dalga boyundaki ışıklar daha çok yansıtılıp
gözümüze geldiği için damarlarımız mavi renkte görülür.
Vücudumuzda gördüğümüz damarların hemen hemen tümüne yakını daha koyu
renkli kanı taşıyan toplardamarlardır. Atardamarlarda kalp tarafından
pompalanan kanın vücudun her yerine süratle ulaşabilmesi için basınç
yüksektir. Toplardamarlarda ise kanın basıncı düşük hızı da daha yavaştır.
Herhangi bir atardamar kesildiğinde kan daha hızlı dışarı çıkar
kan kaybı süratli ve çok olur. Hayati tehlike yaratır. Bu tehlikeye
karşı atardamarlarımız daha kalın çeperli yapılmış ve derimizin altında
daha derinlere yerleştirilmişlerdir. Bir kaza veya ameliyat olmadıkça
atardamarlarımızı pek göremezsiniz.
Bu nedenle derimizde gördüğümüz damarların çoğu
et kalınlığı az olduğu için içindeki kanın rengini daha çok yansıtan ve
deriye daha yakın olan toplardamarlardır. Tabii ki bu durum
toplardamarlar kesildiğinde kanın koyu kırmızı veya mor renkte akacağı
anlamına gelmez. Kesilme yerinden akan kan derhal hava ile temas edip ondaki zengin oksijeni alır ve rengi yine bilinen kan rengine dönüşür.
İnsanlar niçin dondurularak saklanamıyor
Tedavisi günümüzde mümkün olmayan hastalan ölmeden önce dondurup teknolojinin gelişip tedavi imkanlarının bulunabileceği ileriki yıllara kadar saklamak bilim insanlarının üzerinde çok çalıştıkları bir konudur ve bilim insanlarını bu araştırmalara iten sebep kurbağalardır.
Doğada bazı cins kurbağalar kış uykusu süresince donarlar; kalp atışları nefes alışları ve kan dolaşımları tamamen durur. Hatta aort damarları kesildiğinde bile kanama olmaz. Buzlar çözüldükten sonra önce kalp atmaya başlar ve kurbağa hayata geri döner.
Yapılan araştırmalarda kurbağaların aniden donmadıkları
24 saat süresince kan ve hücrelerinin arasındaki su dondukça geriye
donma noktası düşük bir tip antifriz çözelti bıraktıkları ve glikoz
üretimlerini çok yükselttikleri tespit edilmiştir. Oysa insanda bu
oranda şeker yükselmesine mani olacak birçok mekanizma vardır ve iyi
çalışmamalarının sonucu ise şeker hastalığıdır. Bir memelinin
hücresinin dondurularak saklanabilmesi için
hücrenin içinde oluşan buzun en az seviyede olması gerekir. Hücre
içindeki suyun tamamen donması ölüme yol açar. Bunun için de dondurma
işlemine hücre dışı sıvılardan başlanılmalı sadece hücre aralarındaki ve kandaki su donmak hücredeki zar ve proteinlerin yapıları bozulmamalıdır. Donmuş kan besin ve oksijen taşıyamayacağından
metabolizmada ne gibi aksaklıklar görülebileceği hala bilinmemektedir.
Ayrı bir sorun da suyun donduğu vakit genişlemesidir. Bu yüzden kan
damarları parçalanabilir doku yapısı bozulabilir hücre zan yırtılabilir.
Aslında artık günümüzde insanın yumurta hücreleri sperm ve beyaz kan hücreleri
deri ve korneası dondurularak saklanabilmektedir. Ancak bunların hücre
sayıları çok azdır. Nakil için böbrekler ve karaciğer buz içinde
saklanır ama bunun da süresi en fazla 2-3 gündür. Üstelik bu organlar
soğuk ortamda saklanmakta ama dondurulmamaktadır.
Halen bir organ bile dondurulup saklanamadığına göre bütün bir vücudu dondurarak saklama konusunda bilim insanları pek iyimser değiller ama çalışmalar devam ediyor. Daha doğrusu insanı dondurup saklamak şüphesiz mümkün de tekrar ısıtılıp canlandırmanın yolu henüz bilinmiyor.
Suyun altında neden bulanık görürüz?
Denize dalıp gözlerimizi açtığımızda etrafı bulanık görürüz ama deniz gözlüğünü takınca her şey netleşir. Anlaşılıyor ki gözümüzün önünde deniz gözlüğünün içindeki hava olmadıkça suyun içinde görme işlevinde bir aksama olmaktadır.
Gözümüzün dışbükey şeklindeki dış yüzeyi sadece bir mercek görevi görür. Bu mercek olmadan gözümüz ışığı alıp arka taraftaki retina tabakasına odaklayamaz. Yani gözümüzün dışı bir görme elemanından ziyade görüntünün ince ayarını yapan basit bir mercektir.
Işık havadan suya veya bir prizmanın içinden geçerken olduğu gibi farklı yoğunluktaki cisimlerden geçerken kırılır. Bunu biliyoruz. Gözümüzün yoğunluğu ve dışbükeyliği öyle ayar
lanmıştır ki gelen ışık kırılma sonucunda gözümüzün arkasındaki retinada odaklaşır.
Işığın sudaki hızı gözümüzü geçerkenki hızı ile yaklaşık aynıdır. Ancak suyun yoğunluğu farklı olduğundan buradan gelen ışık havadan gelecek ışığa göre yoğunluğu ayarlanmış gözümüzde tam kınlamaz görüntü retinada tam odaklaşamaz ve suyun altında cisimleri flu görürüz.
Eğer su ile gözümüz arasına bir cam koyar ve arkasında havanın bulunduğu bir boşluk bırakırsak sudan havaya geçen ışık oradan gözümüze gelerek normal olarak kırılır ve görüntü de retina da net olarak odaklaşır.
İnsanların neden bazıları solaktır?
İnsanların çoğunun niçin
daha çok sağ ellerini kullandıkları henüz bilinmiyor. Eğer dünya
nüfusunun yarısı solak olsaydı veya dünyada hiç solak bulunmasaydı bu durum tabiatın kurallarına daha uygun olabilirdi ancak tek yumurta ikizlerinin bile yüzde onunun farklı ellerini kullanmaları şaşırtıcıdır. Bu durumun genetik olmadığı kalıtımla bir ilgisinin bulunmadığı da kesin. Bebeklerin rahimdeki pozisyohlarıyla ilgili teoriler var ama kanıtlanmış değil.
İnsanın dışında hiçbir yaratık bir elini veya ayağını diğerine göre öncelikli kullanmaz. Dünyada tarih boyunca
kültür ve ırk farkı olmaksızın insanlar arasında sağ elini kullananlar
hep çoğunlukta olmuşlardır. Bilim insanları yıllardır bunun nedenini
arayıp durmaktadır.
Bilindiği gibi
beynimizin her iki yarısı değişik yetenekleri kontrol eder. Önceleri
beynimizin sol yansının konuşma yeteneğimize kumanda ettiği
bilindiğinden yazmamıza da kumanda ettiği bütün önemli kumandaları bu tarafın üstlendiği sanılıyordu. Ama sonraları beynimizin sağ yansının da idrak yargılama
hafıza gibi çok önemli işlevlere kumanda ettiği beynin her iki yarısının da bir birinden üstün olmadığı ve her iki tarafın da eşit değerde görevler üstlendiği görüldü.
Solakların oranı hakkında çeşitli görüşler var. Genel görüş bunun 1/9
oranında olduğu şeklindedir. Her azınlığın başına geldiği gibi solaklar
toplumda bazı zorluklarla karşılaşmışlar hatta tarihin karanlık çağlarında şeytanla bile özdeştirilmişlerdir. Günümüzde bile solak doğan çocuklar aileleri tarafından sağ elleri ile yazmaya zorlanmaktadırlar.
Sağ ellerini kullananlar için hayat daha kolaydır. Onlar daha iyi organize olmuşlar acımasız bir üstünlük kurmuşlar dünyada her şeyi kendilerine göre ayarlamışlardır. Arabaların vitesleri silahlarda boş kovanların fırlayış yönü hatta tuvaletteki muslukların yeri bile hep sağ ellilere göre tasarlanmıştır.
İngilizce'de sol anlamındaki 'left' kelimesi
zayıf ve kullanışsız anlamında eski İngilizce'de kullanılan 'lyft'
kelimesinden türetilmiştir. Sağ anlamındaki 'right' ise haklılık ve
doğruluk anlamında da kullanılır. Türkçe'de de öyle değil mi? Sağ hem
canlı ve hayatta anlamında kullanılır hem de sağlıklı sağlam gibi sıfatların kökünü oluşturur solun ise soluk gibi bir sıfatın kökünü oluşturma dışında sadece bir nota ile isim benzerliği var
Parmaklarımız neden çıtlar?
Bazı insanlar her iki elinin parmaklarını birbirine geçirerek ve onları gererek ses çıkartırlar yani çıtlatırlar. Çoğumuz buradan gelen sesin kemiklerden geldiğini sanırız hatta rahatsız oluruz ama nedense bunu yapanlar hallerinden memnun görünürler.
En çok ve kolaylıkla çıtlattığımız yerler vücudumuzda en çok bulunan sürtünmeli eklem yerleridir. Bu tip eklem yerlerinde örneğin parmaklarımızda iki kemiğin birleştiği yerde bir
bağlantı kapsülü vardır. Bu kapsülün içinde kemiklerin hareketleri
sırasında buraları yağlayan bir sıvı vardır. Bu sıvının içinde erimiş
halde oksijen nitrojen ve karbondioksit gazları bulunur.
Vücudumuzda en kolay çıtlatabileceğimiz eklem yerlerimiz
parmaklarımızdır. Parmaklarımız gerilince ve eklem yerlerimiz
düzleşince bu kapsül de gerilir. İçindeki sıvının basıncı azalır ve gaz
kabarcıkları patlamaya başlar. İşte kulağımıza gelenler bu seslerdir.
Patlayan kabarcıklar neticesinde gazlar bu sıvıyı terk eder sıvı daha da genleşir ve eklem yerinin hareket kabiliyetini arttırır.
Şüphesiz ki eklem yerinin gerilmesi bu kapsülün boyu ile sınırlıdır. Eğer parmaklarınızı çıtlattığınız anda röntgenini de çekerseniz eklem içinde oluşan gaz kabarcıklarını görebilirsiniz. Bu olay eklem yerindeki hacmi yaklaşık yüzde 15-20 artırır.
Aynı parmağınızı arka arkaya çıtlatamazsınız. Bir süre beklemeniz gerekir çünkü gaz kabarcıklarının sıvı içersinde tekrar oluşması biraz zaman alır.
Tüm bu açıklamalar deneylerle ispatlanmasına rağmen
yine de bu kadar küçük gaz miktarının bu kadar büyük bir ses
çıkartabilmesinin nedeni hala anlaşılmış değildir. Bu sorunun tatmin
edici bir cevabı da henüz yoktur. Ayrıca detaylı çalışmalar
göstermiştir ki
çıtırdama sırasında iki ayrı ses duyulmaktadır. Birincisinin gaz
kabarcıklarının patlaması olduğu biliniyor. İkinci sesin ise kapsülün
uzama sınırına vardığında çıktığı sanılıyor.
Evet geldik en çok merak edilen soruya! Parmaklarımızı çıtlatmak
vücudumuz için zararlı mıdır? Bu konuda elde çok az bilimsel çalışma
sonucu vardır. Bir görüşe göre parmak çıtlatmanın eklem yerlerimizdeki
sıvıya bir tesiri yoktur. Diğer bir görüşe göre ise sürekli olarak bunu
yapanlarda ve bunu alışkanlık haline getirenlerde eklemler etrafındaki yumuşak doku zarar görmekte parmaklar şişmekte dolayısı ile elin kavrama gücü azalmaktadır.
Uyurken beynimizde neler oluyor?
Eğer bir insanın başına 'elektroensephalograf' (ezberlemeniz gerekmez!) adını taşıyan bir cihaz bağlarsanız o insanın yaydığı beyin dalgalarını kaydedebilirsiniz. Uyanık ve hareketsiz durumdaki bir insanın beyni saniyede 10 kez salınım yapan 'alfa' dalgaları yayar. Hareketli bir insanın beyni ise şahmını iki kez fazla olan 'beta' dalgalan yayar.
Uyku sırasında ise beyin salınımları çok daha az olan iki tür dalgayı 'teta' ve 'delta' dalgalarını yayar. 'Teta' dalgalarının sa-lınımı saniyede 3.5 ila 7 arasında olup 'delta' dalgalarmınki saniyede 3.5'tan azdır.
İnsanın uykusu derinleştikçe beyin dalgaları da yavaşlar. İnsanda en derin ve uyandırılmasmın en zor olduğu uyku zamanında beyin artık 'delta' dalgaları yaymaya başlamıştır.
Şimdi geldik işin en ilginç yönüne. İnsan gece uykudayken çeşitli
zamanlarda beklenmeyen şeyler oluşur. İngilizce'deki 'Hızlı Göz
Hareketleri' kelimelerinin baş harflerinden alınarak 'REM' uykusu da
denilen ve insanların çoğunluğunda bir gecede 3-5 kez görülen bu safhada beyin dalgaları uyanık bir insa-nınki kadar hızlanır.
Bir insanı veya bir köpeği REM uykuları sırasında seyrederseniz gözlerinin öne ve arkaya hızla titrediğini görürsünüz. REM uykusu safhasında köpeklerin çoğunda insanların ise bir kısmında kollarda bacaklarda ve yüz kaslarında seğirmeler de görülebilir.
Rüya REM uykusu safhasında olur. Bu safhadaki bir insanı uyandırırsanız rüyasını çok canlı olarak hatırlar ve anlatabilir. REM safhası dışındaki uykularda insanlar genellikle rüya görmezler.
Geceleri iyi bir uyku çekebilmek için hem REM
hem de bunun dışındaki safhaların birlikte yaşanması gereklidir. REM
kısmı uyku süresinin yüzde 25 kadarını kapsamalıdır. Normal uykudaki
bir REM veya rüya bölümü 5 ila 30 dakika sürer.
Uyku ilaçlan daha çabuk ve derin uyumanızı sağlayabilirler ama
uykunuzun ve özellikle de REM kısmının kalitesini değiştirirler.
Uykudan önce alınan alkol de beynin dalga yayma sistemini ve düzenini
etkiler. Düzenli bir uyku için insan her zaman aynı saatte yatmalı hafta sonlan da dahil aynı saatte uyanmalıdır.
Similar topics
» Hazır Muhteşem İmzalar Burada
» fuat paşanın hazır cevapları
» Tesettür Hakkında Soru Ve Cevapları
» Eslant 62 LvL Scroll Görevi,Anahtarlar Ve Kısa Cevapları
» Eslant 62 LvL Scroll Görevi,Anahtarlar Ve Kısa Cevapları
» fuat paşanın hazır cevapları
» Tesettür Hakkında Soru Ve Cevapları
» Eslant 62 LvL Scroll Görevi,Anahtarlar Ve Kısa Cevapları
» Eslant 62 LvL Scroll Görevi,Anahtarlar Ve Kısa Cevapları
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz