BuzLuk maqaRasınDaqi NoT deFteRi
1 sayfadaki 1 sayfası
BuzLuk maqaRasınDaqi NoT deFteRi
ÖNEMLİ NOT:
Bir not defterine yazılmış bu yazılar 1997 yılında Elazığ'ın Harput
ilçesindeki Buzluk Mağarası'nda arkeologlar tarafından yapılan bir
araştırmada bulunmuştur. Anlatılanların gerçekliğine işaret edecek
hiçbir bulgu saptanmamıştır. Defterdeki yazıların mağarada kaybolan ve
mağaradaki zehirli gazlardan dolayı sanrılar gören biri tarafından
yazıldığı düşünülmektedir.
O geziye asla katılmamalıydım. O soğuk taş basamaklardan asla
inmemeliydim. Gizli ve karanlık şeyleri keşfetmek gibi kötü bir huyum
vardır. Karanlık aydınlığın zıddıdır ve yaşadığımız dünya her ikisini de
barındırır. Ama bende olduğu gibi karanlık şeylerin
peşinden gitmek türünden bir saplantınız varsa bulacağınız tek şey
beladır. Sanırım konuya çok hızlı girdim. Başımdan geçen olayları biraz
olsun kavrayabilmeniz için en baştan alayım.
Rahmetli dedemin memleketi olan Elazığ iline ilk gidişimdi. Annem ve
babam da yanımdaydı onlar da Elazığ'a ilk
defa geliyordu. Birer kimya mühendisi olan annemle babam Elazığ'da
düzenlenen ulusal kimya kongresi için gelmişlerdi. Bense sadece macera
için. Telaşlı bir uçak yolculuğundan sonra otele vardık. Babamların
kimyacı arkadaşları arasında bir uzaylı gibiydim. Neyse ki kongreye
benim yaşlarımda birkaç genç de katılmıştı. Gerçi onlar da hayata
bilimin soğuk ve mesafeli bakış açısından yaklaşıyordu ama yalnız
kalmayı pek sevmediğim için onlarla ahbaplık etmeye başladım.
Akşama doğru Elazığ'ın Harput ilçesine doğru ufak bir geziye katıldık.
Minibüs şoförümüz Elazığ'ın yerlisiydi. Harput'un yüksek ve çölümsü
arazisinin üzerine inşa edilmiş türbeler ve yıkık ortaçağ kaleleri
arasında bir çay bahçesine oturduk. Şoförün başı kesik evliyalar ve
Kurtuluş Savaşı'nda uçan askerlerle ilgili anlattığı hikayeleri merakla
dinledim. Olağandışı hikayelere olan ilgime rağmen şoförün anlattıkları
benim için birer efsaneydi. 'Efsane' kelimesini kullanmamdan rahatsız
olmuştu sanırım o bu hikayeleri gerçek
olarak kabul ediyordu. Ona göre bu hikayelere inanmak gerçek bir
Müslüman'ın göreviydi. Bense daha fazlasını istiyordum. Daha sıra dışı daha beklenmedik bir şey.
Bu halk efsaneleri türlü yaratıklarla ve
esrarengiz olaylarla doldurduğum hayal gücümü beslemeye yetmiyordu.
Aslında aradığım şeye çok yakındım.
Gezimizin bir sonraki durağı: Buzluk Mağarası. 'Mağara' kelimesi oldum
olası bende tuhaf bir merak uyandırmıştır. Harput Kalesi'nden de yükseğe yaklaşık 1500 metrelik
bir tepeye çıktık minibüsle. Asfaltın erişemediği toprak yollarda toz
soluduk terk edilmiş taş
evlerden sonuncusu da arkamızda kaldı. Güneş batarken tepenin üstündeki
bir oyuktan düşe kalka inmeye başladık. İki kayanın arasındaki boşluktan
beliren taş merdivenleri gördüğümde tüylerim diken diken oldu. Engebeli
basamaklardan inmeye gönüllü olan birkaç kişiden biri de bendim
elbette. Hemen önümde olan şoförümüz bize rehberlik ediyordu. Dönerek
inen basmaklara adım attığımızda havada ani bir soğuma oldu. Yeraltından
gelen buz gibi bir rüzgar yüzümü yaladı. Merdivenler ufak bir düzlükte
kesildi. Kayaların üstü buz tutmuştu. Az ötede basamaklar devam ediyordu
ama bunlar insan eliyle yapılmamıştı doğanın tasarımıyla
oluşan kaya çıkıntılarıydı. Buzlu basamaklarda kaymamak için bir lambaya
bağlı olan kabloya tutuna tutuna indik. Son aydınlık kat. Nefes almak
güçleşti tuhaf bir heyecanla
basamakların daha da devam ettiğini hiçbir ışığın
aydınlatmadığı dehlizlere uzandığını gördüm. Hepimiz sessizdik. O anda
çok derinden gelen bir inilti duydum. Aslında inilti kelimesi tam da
anlatmıyor bu sesi. Sanki çok çok yavaş bir kahkahaydı
bu. Dehşetle şoförün yüzüne baktım. 'Siz de duydunuz mu?' diye sordum.
'Daha fazla inmeyelim. Işık yok aşağıda.' diye cevap vermekle yetindi.
Buzluk Mağarası'nın dışındaki ufak çay bahçesinde oturuyorduk.
Annemlerden izin isteyip tuvalete gideceğimi söyledim. Benim karanlık
şeylere olan merakımı bilen ve hareketlerimde bir tuhaflık sezen annem:
'Sakın bir yere kaybolma. Birazdan yola çıkarız.' dedi. Az sonra tekrar
buzlu mağaranın içindeydim tek başıma. Işığın
olmadığı bölgeye kadar indim ve cep telefonumun ışığını yaktım. Yol
ikiye ayrılıyordu. Sola saptım. Kaygan zeminde dikkatli adımlarla
ilerledim. O kadar sessizdi ki. Tam tünelin ucuna gelmiştim ki aşağıdan
bir rüzgar sesi geldi ve soğuk bir hava akımı yüzüme çarptı. İşte aklımı
başımdan alan bu hava akımıydı. Yerin altından nasıl gelebilirdi ki
hava akımı? Mağaranın yakın bir yerde tekrar yeryüzüne çıktığını
düşündüm ve diğer çıkışı bulmak gibi çılgın bir fikre kapıldım. Ancak
tünelin sonu dibi gözükmeyen bir uçurumdu. Telefonumu buzlu duvarlarda
gezdirdim. Hemen solumda bir insanın anca sığabileceği bir oyuk vardı.
Oyuktan geçince tekrar bir yol ayrımına vardım. Bu sefer sağa saptım.
Hatırlamalıydım bunları: sol- sol- sağ. Karanlık ve uzun bir tünelde
yürüdüm. O sırada cep telefonum bateri sinyali verdi: pili bitmek
üzereydi! Nasıl da unutmuştum bunu belki de dakikalar içinde
ışıksız kalacaktım. O anda içime berbat bir korku saplandı ve buzlu
zemine aldırmadan koşmaya başladım. Yol ayrımlarını unutmuş olmalıydım taş basamakları bir türlü
bulamıyordum. Kahretsin! Kaybolmuştum. Cep telefonum üç kere bipledi-
ve sonra zifiri karanlık.
Soğuktan donuyordum. El yordamıyla yolumu bulmaya çalıştım. Buzlu
duvarlar ellerimi acıtmaya başlamıştı. O an bütün umudumu kaybettim ve
yere çöktüm. Gözümden yaşlar boşanıyordu. Az sonra hıçkıra hıçkıra
ağlamaya başladım. Sesim buzlu duvarlarda yankılanıyordu sanki aynı anda onlarca
kişi ağlıyordu. Aniden durdum. Yankıların arasında bana ait olmayan bir
ses duymuştum. O tüylerimi diken diken eden yavaş kahkahaydı bu ve
gittikçe sesi yükseliyordu. Koşmaya başladım ayağım kaydı yüzümü yere çarptım.
Kahkaha yükseliyordu. Bir şey beni ayağımdan yakaladı ve hızla çekmeye
başladı. Çığlıklar atarak suratım buzlu zemine
çarpa çarpa sürüklendim. Yaşadığım şok ve acının etkisiyle kendimden
geçmiş olmalıyım.
Gözlerimi açtığımda önce hiçbir şey göremedim. Yavaş yavaş etrafımda
solgun fosforlu bir ışık
olduğunu algıladım. Güçlükle ayağa kalktım. Her yerim ağrıyordu. Birkaç
adım atmaya kalktım burnum sert bir şeye
çarptı. Bir çeşit kafesin içinde olduğumu algıladım. Parmaklıkları
yoklarken bir anda kemikten
yapılmış oldukları gerçeğiyle yüz yüze geldim. Çığlığımı zorlukla
bastırdım. Tenimi ısıran soğuğa rağmen baştan aşağıya terlediğimi
duyumsadım. Yaklaşan iniltiler ve ayak sesleri. Çaresizce kafesin
arkasına sindim. İki metre gerideki taş duvarın dibine çaresizce çöktüm.
Yaklaşan fosforlu ışıklar. Karşımda iki parlak beyaz kafa belirdi.
Yumruklarımı sıktım ve bildiğim bütün duaları saymaya başladım. Beyaz
kafalar yüzlerini kafese dayadı. Tüylerim diken diken bir halde bu iki
acayip yüzü inceledim. İnsan gibiydiler ama bir farklılık vardı. Tenleri
bembeyazdı ve solgun bir ışık saçıyordu. Allahım! Gözbebekleri ve
burunları yoktu. Anlaşılır bir dilde konuşmaya başladıklarında donup
kaldım:
- Güneş dünyadan.
- Kayıp yolcu.
- Yutan'a hediye.
- Korku yok.
Kemik parmaklıkları kaldırıp iki kolumdan tuttular. Karşı koymaya gücüm
yoktu. Kaygan zeminli tünelde ilerledik. Taş basamaklardan indik. Yüksek
tavanlı geniş bir odaya geldik. İçeride bu yaratıklardan onlarcası
yüzünü bana dikmişti. Beni odanın ortasına bıraktılar ve çevremde bir
halka oluşturdular. İnsan sesinden çok acı çeken bir hayvanın sesine
benzeyen bir sesle konuşmaya başladılar. Söylediklerinden bir şey
anlayamıyordum. Hepsi birdenbire sustu ve diz çöktüler. Hep bir ağızdan:
'Yutan! Yüce Yutan!' diye bağırmaya başladılar. Yaratıkların arasından
başında parlak taşlar olan üç memeli bir yaratığın bana yaklaştığını
fark ettim. Önce uzun uzun yüzümü inceledi sonra soğuk eliyle saçımı
okşamaya başladı. Bir yandan da iniltili sesiyle konuşuyordu:
'Kayıp yolcu.
Doğru yerdesin.
Doğru zamanda.
Güneş yalancıdır.
Yalan gözlerinde.
Gece gerçektir.
Gece hamiledir.
Muhteşem gece.
Raza hyinhyin.
Derin yalancı.
İçin gerçektir.
Gerçeği gör.'
Uzun tırnaklı elleri göğsümün üzerinde durdu. Tırnaklarını sertçe
göğsüme batırdı ve derimi yırtmaya başladı. Acı içinde çığlık attım ve
elini itmeye çalıştım. Çok güçlüydü. 'RAZA HYİNHYİN!' diye bağırdı.
Diğerleri de 'Raza hyinhyin' diye tekrar etmeye başladı. Hepsi bir olup
üzerime çullandılar ve güçlü parmaklarıyla burnumu yakalayıp kopardılar.
Fosforlu beyaz yüzleri suratımdan fışkıran
kanlarla kıpkırmızı oldu.
Günlerdir karanlık bir hücrenin içindeyim. Bana sundukları böcekler ve
solucanlarla beslenip hayatta kalıyorum tabi buna hayat denirse.
Her gün yanıma gelip o tuhaf sözcükleri tekrarlıyorlar. Bu cebimden
ayırmadığım not defteri ve tükenmez kalem insanlıkla olan tek bağım
oldu. Başıma daha ne gelecek? Bilmiyorum. Ama bunları yazmak bana bir
zamanlar insan olduğumu hatırlatıyor. 'Raza hyinhyin!' Her gün kafamda
bu sözcükler yankılanıyor. İşin korkuncu bu sabah uyandığımda bu
sözcükleri fısıldıyordum. İçimde bir şeyler değişiyor. Kendimi öldürmeyi
göze alamıyorum. Yazmak. Tek yapabildiğim bu. Belki de bunları kimse
okumayacak. Kahretsin! Tükenmez kalem bitiyor. Ayak sesleri yaklaşıyor.
Fosforlu yüzlerini mağaranın girişinde görebiliyorum. Yavaş çok yavaş bir kahkaha
atıyorlar sanki. Ellerinde beyaz bir çamur var. Yaklaşıyorlar. Allahım
sen beni - Not defterindeki yazı bu noktada sona ermektedir.-
Uran Apak
Bir not defterine yazılmış bu yazılar 1997 yılında Elazığ'ın Harput
ilçesindeki Buzluk Mağarası'nda arkeologlar tarafından yapılan bir
araştırmada bulunmuştur. Anlatılanların gerçekliğine işaret edecek
hiçbir bulgu saptanmamıştır. Defterdeki yazıların mağarada kaybolan ve
mağaradaki zehirli gazlardan dolayı sanrılar gören biri tarafından
yazıldığı düşünülmektedir.
O geziye asla katılmamalıydım. O soğuk taş basamaklardan asla
inmemeliydim. Gizli ve karanlık şeyleri keşfetmek gibi kötü bir huyum
vardır. Karanlık aydınlığın zıddıdır ve yaşadığımız dünya her ikisini de
barındırır. Ama bende olduğu gibi karanlık şeylerin
peşinden gitmek türünden bir saplantınız varsa bulacağınız tek şey
beladır. Sanırım konuya çok hızlı girdim. Başımdan geçen olayları biraz
olsun kavrayabilmeniz için en baştan alayım.
Rahmetli dedemin memleketi olan Elazığ iline ilk gidişimdi. Annem ve
babam da yanımdaydı onlar da Elazığ'a ilk
defa geliyordu. Birer kimya mühendisi olan annemle babam Elazığ'da
düzenlenen ulusal kimya kongresi için gelmişlerdi. Bense sadece macera
için. Telaşlı bir uçak yolculuğundan sonra otele vardık. Babamların
kimyacı arkadaşları arasında bir uzaylı gibiydim. Neyse ki kongreye
benim yaşlarımda birkaç genç de katılmıştı. Gerçi onlar da hayata
bilimin soğuk ve mesafeli bakış açısından yaklaşıyordu ama yalnız
kalmayı pek sevmediğim için onlarla ahbaplık etmeye başladım.
Akşama doğru Elazığ'ın Harput ilçesine doğru ufak bir geziye katıldık.
Minibüs şoförümüz Elazığ'ın yerlisiydi. Harput'un yüksek ve çölümsü
arazisinin üzerine inşa edilmiş türbeler ve yıkık ortaçağ kaleleri
arasında bir çay bahçesine oturduk. Şoförün başı kesik evliyalar ve
Kurtuluş Savaşı'nda uçan askerlerle ilgili anlattığı hikayeleri merakla
dinledim. Olağandışı hikayelere olan ilgime rağmen şoförün anlattıkları
benim için birer efsaneydi. 'Efsane' kelimesini kullanmamdan rahatsız
olmuştu sanırım o bu hikayeleri gerçek
olarak kabul ediyordu. Ona göre bu hikayelere inanmak gerçek bir
Müslüman'ın göreviydi. Bense daha fazlasını istiyordum. Daha sıra dışı daha beklenmedik bir şey.
Bu halk efsaneleri türlü yaratıklarla ve
esrarengiz olaylarla doldurduğum hayal gücümü beslemeye yetmiyordu.
Aslında aradığım şeye çok yakındım.
Gezimizin bir sonraki durağı: Buzluk Mağarası. 'Mağara' kelimesi oldum
olası bende tuhaf bir merak uyandırmıştır. Harput Kalesi'nden de yükseğe yaklaşık 1500 metrelik
bir tepeye çıktık minibüsle. Asfaltın erişemediği toprak yollarda toz
soluduk terk edilmiş taş
evlerden sonuncusu da arkamızda kaldı. Güneş batarken tepenin üstündeki
bir oyuktan düşe kalka inmeye başladık. İki kayanın arasındaki boşluktan
beliren taş merdivenleri gördüğümde tüylerim diken diken oldu. Engebeli
basamaklardan inmeye gönüllü olan birkaç kişiden biri de bendim
elbette. Hemen önümde olan şoförümüz bize rehberlik ediyordu. Dönerek
inen basmaklara adım attığımızda havada ani bir soğuma oldu. Yeraltından
gelen buz gibi bir rüzgar yüzümü yaladı. Merdivenler ufak bir düzlükte
kesildi. Kayaların üstü buz tutmuştu. Az ötede basamaklar devam ediyordu
ama bunlar insan eliyle yapılmamıştı doğanın tasarımıyla
oluşan kaya çıkıntılarıydı. Buzlu basamaklarda kaymamak için bir lambaya
bağlı olan kabloya tutuna tutuna indik. Son aydınlık kat. Nefes almak
güçleşti tuhaf bir heyecanla
basamakların daha da devam ettiğini hiçbir ışığın
aydınlatmadığı dehlizlere uzandığını gördüm. Hepimiz sessizdik. O anda
çok derinden gelen bir inilti duydum. Aslında inilti kelimesi tam da
anlatmıyor bu sesi. Sanki çok çok yavaş bir kahkahaydı
bu. Dehşetle şoförün yüzüne baktım. 'Siz de duydunuz mu?' diye sordum.
'Daha fazla inmeyelim. Işık yok aşağıda.' diye cevap vermekle yetindi.
Buzluk Mağarası'nın dışındaki ufak çay bahçesinde oturuyorduk.
Annemlerden izin isteyip tuvalete gideceğimi söyledim. Benim karanlık
şeylere olan merakımı bilen ve hareketlerimde bir tuhaflık sezen annem:
'Sakın bir yere kaybolma. Birazdan yola çıkarız.' dedi. Az sonra tekrar
buzlu mağaranın içindeydim tek başıma. Işığın
olmadığı bölgeye kadar indim ve cep telefonumun ışığını yaktım. Yol
ikiye ayrılıyordu. Sola saptım. Kaygan zeminde dikkatli adımlarla
ilerledim. O kadar sessizdi ki. Tam tünelin ucuna gelmiştim ki aşağıdan
bir rüzgar sesi geldi ve soğuk bir hava akımı yüzüme çarptı. İşte aklımı
başımdan alan bu hava akımıydı. Yerin altından nasıl gelebilirdi ki
hava akımı? Mağaranın yakın bir yerde tekrar yeryüzüne çıktığını
düşündüm ve diğer çıkışı bulmak gibi çılgın bir fikre kapıldım. Ancak
tünelin sonu dibi gözükmeyen bir uçurumdu. Telefonumu buzlu duvarlarda
gezdirdim. Hemen solumda bir insanın anca sığabileceği bir oyuk vardı.
Oyuktan geçince tekrar bir yol ayrımına vardım. Bu sefer sağa saptım.
Hatırlamalıydım bunları: sol- sol- sağ. Karanlık ve uzun bir tünelde
yürüdüm. O sırada cep telefonum bateri sinyali verdi: pili bitmek
üzereydi! Nasıl da unutmuştum bunu belki de dakikalar içinde
ışıksız kalacaktım. O anda içime berbat bir korku saplandı ve buzlu
zemine aldırmadan koşmaya başladım. Yol ayrımlarını unutmuş olmalıydım taş basamakları bir türlü
bulamıyordum. Kahretsin! Kaybolmuştum. Cep telefonum üç kere bipledi-
ve sonra zifiri karanlık.
Soğuktan donuyordum. El yordamıyla yolumu bulmaya çalıştım. Buzlu
duvarlar ellerimi acıtmaya başlamıştı. O an bütün umudumu kaybettim ve
yere çöktüm. Gözümden yaşlar boşanıyordu. Az sonra hıçkıra hıçkıra
ağlamaya başladım. Sesim buzlu duvarlarda yankılanıyordu sanki aynı anda onlarca
kişi ağlıyordu. Aniden durdum. Yankıların arasında bana ait olmayan bir
ses duymuştum. O tüylerimi diken diken eden yavaş kahkahaydı bu ve
gittikçe sesi yükseliyordu. Koşmaya başladım ayağım kaydı yüzümü yere çarptım.
Kahkaha yükseliyordu. Bir şey beni ayağımdan yakaladı ve hızla çekmeye
başladı. Çığlıklar atarak suratım buzlu zemine
çarpa çarpa sürüklendim. Yaşadığım şok ve acının etkisiyle kendimden
geçmiş olmalıyım.
Gözlerimi açtığımda önce hiçbir şey göremedim. Yavaş yavaş etrafımda
solgun fosforlu bir ışık
olduğunu algıladım. Güçlükle ayağa kalktım. Her yerim ağrıyordu. Birkaç
adım atmaya kalktım burnum sert bir şeye
çarptı. Bir çeşit kafesin içinde olduğumu algıladım. Parmaklıkları
yoklarken bir anda kemikten
yapılmış oldukları gerçeğiyle yüz yüze geldim. Çığlığımı zorlukla
bastırdım. Tenimi ısıran soğuğa rağmen baştan aşağıya terlediğimi
duyumsadım. Yaklaşan iniltiler ve ayak sesleri. Çaresizce kafesin
arkasına sindim. İki metre gerideki taş duvarın dibine çaresizce çöktüm.
Yaklaşan fosforlu ışıklar. Karşımda iki parlak beyaz kafa belirdi.
Yumruklarımı sıktım ve bildiğim bütün duaları saymaya başladım. Beyaz
kafalar yüzlerini kafese dayadı. Tüylerim diken diken bir halde bu iki
acayip yüzü inceledim. İnsan gibiydiler ama bir farklılık vardı. Tenleri
bembeyazdı ve solgun bir ışık saçıyordu. Allahım! Gözbebekleri ve
burunları yoktu. Anlaşılır bir dilde konuşmaya başladıklarında donup
kaldım:
- Güneş dünyadan.
- Kayıp yolcu.
- Yutan'a hediye.
- Korku yok.
Kemik parmaklıkları kaldırıp iki kolumdan tuttular. Karşı koymaya gücüm
yoktu. Kaygan zeminli tünelde ilerledik. Taş basamaklardan indik. Yüksek
tavanlı geniş bir odaya geldik. İçeride bu yaratıklardan onlarcası
yüzünü bana dikmişti. Beni odanın ortasına bıraktılar ve çevremde bir
halka oluşturdular. İnsan sesinden çok acı çeken bir hayvanın sesine
benzeyen bir sesle konuşmaya başladılar. Söylediklerinden bir şey
anlayamıyordum. Hepsi birdenbire sustu ve diz çöktüler. Hep bir ağızdan:
'Yutan! Yüce Yutan!' diye bağırmaya başladılar. Yaratıkların arasından
başında parlak taşlar olan üç memeli bir yaratığın bana yaklaştığını
fark ettim. Önce uzun uzun yüzümü inceledi sonra soğuk eliyle saçımı
okşamaya başladı. Bir yandan da iniltili sesiyle konuşuyordu:
'Kayıp yolcu.
Doğru yerdesin.
Doğru zamanda.
Güneş yalancıdır.
Yalan gözlerinde.
Gece gerçektir.
Gece hamiledir.
Muhteşem gece.
Raza hyinhyin.
Derin yalancı.
İçin gerçektir.
Gerçeği gör.'
Uzun tırnaklı elleri göğsümün üzerinde durdu. Tırnaklarını sertçe
göğsüme batırdı ve derimi yırtmaya başladı. Acı içinde çığlık attım ve
elini itmeye çalıştım. Çok güçlüydü. 'RAZA HYİNHYİN!' diye bağırdı.
Diğerleri de 'Raza hyinhyin' diye tekrar etmeye başladı. Hepsi bir olup
üzerime çullandılar ve güçlü parmaklarıyla burnumu yakalayıp kopardılar.
Fosforlu beyaz yüzleri suratımdan fışkıran
kanlarla kıpkırmızı oldu.
Günlerdir karanlık bir hücrenin içindeyim. Bana sundukları böcekler ve
solucanlarla beslenip hayatta kalıyorum tabi buna hayat denirse.
Her gün yanıma gelip o tuhaf sözcükleri tekrarlıyorlar. Bu cebimden
ayırmadığım not defteri ve tükenmez kalem insanlıkla olan tek bağım
oldu. Başıma daha ne gelecek? Bilmiyorum. Ama bunları yazmak bana bir
zamanlar insan olduğumu hatırlatıyor. 'Raza hyinhyin!' Her gün kafamda
bu sözcükler yankılanıyor. İşin korkuncu bu sabah uyandığımda bu
sözcükleri fısıldıyordum. İçimde bir şeyler değişiyor. Kendimi öldürmeyi
göze alamıyorum. Yazmak. Tek yapabildiğim bu. Belki de bunları kimse
okumayacak. Kahretsin! Tükenmez kalem bitiyor. Ayak sesleri yaklaşıyor.
Fosforlu yüzlerini mağaranın girişinde görebiliyorum. Yavaş çok yavaş bir kahkaha
atıyorlar sanki. Ellerinde beyaz bir çamur var. Yaklaşıyorlar. Allahım
sen beni - Not defterindeki yazı bu noktada sona ermektedir.-
Uran Apak
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz