Tasavvuf Alimlerinin Hali
1 sayfadaki 1 sayfası
Tasavvuf Alimlerinin Hali
TASAVVUF ALEMİNİN HALLERİ
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî buyuruyor ki:
"Vâridât-ı ilâhiyyenin hepsi âdet-i ilâhiyye içinde hâsıl olmaktadır. Yâni Allah her şeyi bir sebeb altında yaratmaktadır. Bu sebeplere iş yapabilecek tesir kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere tabiat kuvvetleri fizik kimyâ ve biyoloji yasaları diyoruz. Bir iş yapmamız ve bir şeyi elde etmemiz için bu işin sebeplerine yapışmamız lâzımdır. Meselâ buğday hâsıl olması için tarlayı sürmek ekmek ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri işleri Allah'ın bu âdeti içinde meydana gelmektedir.
Allah sevdiği insanlara iyilik ikrâm olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor. Meselâ: Peygamberlerden âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde meydâna gelen şeylere "mûcize" denir. Peygamberlerin ümmetlerinin evliyâsında âdet dışı meydana gelen şeylere "kerâmet" denir. İbn-i Âbidîn mürtedleri anlatırken diyor ki: "Mu'aaaile ve Vehhâbîler kerâmete inanmadılar. İmâmü'l-Haremeyn ve İmâm-ı Ömer Nesefî ve birçok âlimler (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) kerâmetin câiz olduğunu isbât etmişlerdir." Evliyânın kerâmet göstermeleri lâzım değildir. Ümmet arasında velî olmayanlardan meydana gelen âdet dışı şeylere "firâset" denir.Fâsıklardan günâhı çok olanlardan zuhûr ederse"İstidrâc" denir ki derece derece kıymetini indirmek demektir.Kafirlerden zuhûr edenlere ise "sihr" yâni "büyü" denir.
MÛCİZE : Allah'ın peygamberlerine peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân ettiği ve onların isteği ile yarattığı hârikulâde yâni âdet dışı olağanüstü hâllere ise mûcize denilir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir şeyin mûcize sayılabilmesi için şu şartların gerekli olduğunu beyân buyurmuştur: Allah o şeyi mutâd alışılmış sebepler dışında yaratmış olmalıdır. Harikulâde olağanüstü olmalıdır. Nebi olduğunu söyleyen kimsenin istediği zaman hâsıl olmalıdır. Peygamberlerin isteklerine uygun olmalıdır. İsteyip de hâsıl olan mûcize kendisini yalanlamamalıdır. Mûcize Nebi olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır. Bir peygamberin ümmetinden meydana gelen hârikulâde hâller (aslında) o peygamberin mûcizesidir.
Ahmed Fârûkî Serhendî'nin ifâde ettiğine göre: Allah her peygambere kendi zamanlarında önemli kabûl edilen hususlarla ilgili mûcize ihsân etmiştir. Mûsâ aleyhisselâm zamânında sihirbazlık yaygındı. Allah Mûsâ aleyhisselâma asâ mûcizesini ihsân etti. Mûsâ aleyhisselâmın asâsı büyük yılan olup sihirbazların sihir âletlerini yuttu. Böylece sihirbazlar bunun insan gücünün üstünde olduğunu anlayarak hemen îmân ettiler. Îsâ aleyhisselâmın zamânında tıb ileri gitmişti. Tabîbler başarılarıyla öğünürlerdi. Allah Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme anadan kör doğanların gözlerinin açılması gibi mûcizeleri ihsân etti. Tabîbler âciz kaldılar. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm zamânında ise; Arabistan Yarımadasında şâirlik ve belâgat sanatı en yüksek dereceye ulaşmıştı. Şâirler yazıp okudukları şiirlerle birbirlerine öğünürlerdi. Bu şekilde öğünmek sadece şâirde değil mensûb olduğu kabîle için de bir öğünme vesîlesi idi. Allah Rasûlullah efendimize en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı kerîmi gönderdi. Kur'ân-ı kerîmin îcâzı eşsizliği karşısında şâirler âciz kaldılar. Bir kısmı Allah kelâmı olduğunu inkâr edip kâfir olarak öldüler. Bir kısmı ise Allah kelâmı olduğunu anlayarak müslüman oldular.
Kudüs ve Mescid-i Aksâ
Büyük âlim Abdülganî Nablüsî'nin de belirttiği gibi Allah'ın âdetinin ve kânunlarının dışında yarattığı mûcizelerin meydana gelmesi için peygamberlerin aleyhimüsselâm diri olması şart değildir. Öldükten sonra da Allah onlara mûcize ihsân eder. Harputlu İshâk Efendinin dediği gibi Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mûcizeleri binden fazla olup bâzıları şunlardır: Mîrâc mûcizesi Şakk-ı kamer mûcizesi (ayın ikiye bölünmesi) mübârek parmaklarından su fışkırma mûcizesi Kâbe-i muazzama içindeki putların mübârek parmağının işâreti ile yüz üstü düşmesi mûcizesi ölülerin diriltilmesi mûcizesi yaralılara ve hastalara şifâ verme mûcizesi.
İRHAS : Nebi olacak bir zâttan nebi olduğu bildirilmeden önce meydana gelen ve peygamberliğine müjde olan âdet dışı yâni hârikulâde (olağanüstü) hâllere işlere irhâs denir. Îsâ aleyhisselâmın beşikte konuşması kuru ağaçtan tâze hurma isteyince eline hurma gelmesi Muhammed aleyhisselâmın çocuk iken göğsünün yarılması ağaçların taşların kendisine selâm vermeleri gibi hâlleri hep irhâstı (çoğulu irhâsâttır).
KERÂMET : Hangi peygamberin ümmetinden olursa olsun velîlerden âdet dışı yâni fizik kimyâ ve fizyoloji kânunları dışında meydana gelen şeyler hâdiseler üstünlükler kerâmet diye isimlendirilir. Allâme Ahmed Hamevî'nin dediği gibi Allah sevdiği kullarına kerâmetler ihsân eder. Velîler kerâmetlerini saklarlar. Kimsenin duymasını istemezler.
İmâm-ı Rabbânî; "Kerâmet haktır. Şirkten yâni Allah’a ortak koşmaktan kaçıp kurtulmak mârifete kavuşmak kendini yok bilmek kerâmettir." demektedir.
Abdülganî Nablüsî ise; "Kendisine kerâmet hâsıl olan velî bu kerâmetin yalnız Allah'ın dileği ve kudreti ile yaratıldığını kendi dileğinin ve kudretinin hiç bir tesiri olmadığını bilmektedir." demiştir.
KEŞF : Lügatte açmak gizli bir şeyi bulmak ortaya çıkarmak kapalı şeyin yüzünden örtüyü kaldırmak mânâlarına gelen keşf kelimesi evliyânın his ve akılla anlaşılmayan şeyleri kalplerine gelen ilhâm yoluyla bilmeleri demektir. Abdülganî Nablüsî evliyâya hâsıl olan keşiflerin ve herkesin gördüğü rüyâların bir şeyin misâlinin benzerinin hayâl aynasında görünmesi olduğunu uykuda iken olursa rüyâ dendiğini uyanık iken olunca keşf olarak isimlendirildiğini ifâde etmiş hayâl aynası ne kadar çok saf temiz ise keşf ve rüyânın o kadar doğru ve güvenilir olacağını belirtmiştir.
İmâm-ı Rabbânî evliyânın keşfinde hatâ etmesi yanılmasının müctehidlerin ictihâdda yanılması gibi olduğunu bunun kusûr sayılmayacağını bundan dolayı evliyâya dil uzatılamayacağını belki hatâ edene de bir sevâb verileceğini belirtmiş bundan sonra şöyle demiştir: "Yalnız şu kadar fark vardır ki müctehidlere (dinde söz sâhibi âlimlere) uyanlara da onların mezheplerinde bulunanlara da hatâlı işlere de sevâb verilir. Evliyânın yanlış keşiflerine uyanlara sevâb verilmez. Çünkü ilhâm ve keşif ancak sâhibi için seneddir başkalarına sened olmaz. Müctehidin sözü ise mezhebinde bulunan herkes için seneddir.
Tasavvuf büyüklerinin kalplerine gelen ilhamlar keşifler ahkâm-ı şer'iyye için sened ve vesîka olamaz. Keşiflerin ilhâmların doğru olup olmadığı şerîate (İslâmiyete) uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tasavvufun vilâyetin yüksek tabakalarında bulunan evliyâ da ilmi olmayan aşağı derecelerdeki müslümanlar gibi bir müctehide tâbi olmak mecbûriyetindedir. Bayezîd-i Bistamî Cüneyd-i Bağdâdî Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn ibni Arabî gibi evliyâ herkes gibi bir mezhebe tâbi olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı İslâmiyyeye yapışmak bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilimler mârifetler keşifler tecellîler aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye bu ağacın meyveleri gibidir. Evet ağaç dikmekten maksad meyve elde etmektir. Fakat meyve kazanmak için ağaç dikmek şarttır. Yâni îmân olmazsa ve ahkâm-ı şer'iyye yapılmazsa tasavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz.
FÎRASET : Sözlükte görüş zan ve idrâkta (anlamakta) tecrübe ve delîller vâsıtasıyla dikkatle bakıp isâbet etmek mânâsına gelen firâset bir terim olarak peygamberlerin ümmetleri arasında evliyâ olmayan kimselerden meydâna gelen âdet hârici şeyler dıştan içi anlama yüzünden okuma demektir. İmâm-ı Tirmizî ve İmâm-ı Taberânî'nin (r.aleyhimâ) kitaplarında geçen bir hadîs-i şerîfte; "Müminin firâsetinden korkunuz. Zîrâ o Allah'ın nûru ile bakar." buyrulmuştur. HâceAbdullah Ensârî'nin beyânına göre firâset iki türlüdür. Birincisi mârifet sâhiplerinin (Allah’ı tanıyanların) firâseti olup talebenin kâbiliyetini keşf etmek anlamak Allah'ın evliyâsını tanımaktır. İkincisi riyâzet (nefsin istediklerini yapmamak) çeken açlıkla nefislerini parlatanların firâseti olup mahlûklara âit gizli şeyleri bilmektir. Kıymetli olan mârifet sâhiplerinin Allah adamlarının firâsetine inanıp bağlanmaktır.
Şâh Şücâ Kirmânî harama bakmaktan gözünü muhâfaza edenin kendini nefsin arzularına kapılmaktan koruyanın sünnete uyarak zâhirini dışını süsleyenin helâl lokma yemeyi alışkanlık edinenin firâseti şaşmaz demiştir.
İmâm-ı Rabbânî firâset sâlih kimseleri temyiz ve teşhis etmek bulup ayırmaktır demiş; Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ise firâsetin îmân kuvvetinden doğduğunu kimin îmânı daha kuvvetli ise firâsetinin o nisbette keskin şiddetli isâbetli ve doğru olduğunu belirtmiştir.
BASÎRET : Eşyânın hakîkatini iç yüzünü gören anlayan kalp gözüne basîret dendiği gibi kalp gözü ile görme anlama ve firâset de basîret diye isimlendirilir. İmâm-ı Kuşeyrî; "Allah müminlere bir takım basîretler ve nûrlar lutfeylemiştir (vermiştir). Onlar bu sâyede firâsette bulunurlar. Rasûlullah efendimizin; "Mümin Allah'ın nûru ile nazar eder." hadîs-i şerîfi bu mânâda anlaşılmalıdır" demiştir. Deylemî'nin zikrettiği bir hadîs-i şerîfte; "Gözü âmâ (görmeyen) kimse kör değildir. Asıl âmâ basîreti kör olan kişidir." buyrulmuştur.
Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: "Biz (dünyâyı isteyenlerin de âhireti isteyenlerin de) her birine kısmet ettiğimiz rızkı veririz. Bu Rabbinin atiyyelerindendir. Rabbinin atiyyesi ihsânı (dünyâda mümin ve kâfir hiç kimseden) men edilmemiştir." (İsrâ sûresi: 20)
KEMAL : İyilikler fazîletler ahlâk ve huy güzellikleri olgunluklar demek olan kemâlât nübüvvet kemâlâtı ve vilâyet kemâlâtı olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır: Kemâlât-ı nübüvvet: Peygamberliğe ait üstünlükler olup çok yüksek evliyâlık makamlarından biridir. Şeyh Şihâbüddîn-i Sühreverdî demiştir ki: "Bir müslüman Allah'ın ihsânı ile İslâmiyetin hakîkatine kavuşur İslâm-ı hakîkî ile şereflenirse peygamberlere tam uymakla o büyüklere vâris olarak kemâlât-ı nübüvvet makâmına kavuşabilir. O yüksek derecenin nîmetlerini bol bol elde edebilir.
İmâm-ı Rabbânî; "Velâyetin velîliğin iki parçası olan tarîkat ve hakîkat şerîatin hakîkatini ele geçirebilmek için ve kemâlât-ı nübüvvete kavuşabilmek için iki şart gibidir." demiştir.
Evliyâlık makamlarından biri olan kemâlât-ı vilâyete gelince bu konuda İmâm-ı Rabbânî; "Kemâlât-ı nübüvet (peygamberlik kemâlâtı) kemâlât-ı vilâyetten çok üstündür. Kemâlât-ı vilâyetteki ilerleme kemâlât-ı nübüvvetteki ilerlemenin bir sûreti görünüşüdür." demektedir. Şeyh Şihâbüddîn ise; "Şerîatin sûreti kemâlât-ı vilâyet meyvelerini meydana getiren mübârek bir ağaç olduğu gibi nübüvvet kemâlleri de mübârek bir ağaç gibi olan şerîatin hakîkatinin meyveleridir demiştir.
İSTİDRÂC : Fâsıkların (günahkârların) bilinmeyen bâzı şeyleri haber vermeleri âdet üstü hârikulâde hâdiseler göstermeleridir. Allah her şeyi bir sebeb altında yaratmaktadır. Allah sevdiği insanlara iyilik ve ikrâm olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor. Bunlar kâfirlerden fâsıklardan günâhı çok olanlardan zuhûr ederse istidrâc denir ki derece derece kıymetini indirmek demektir.
İmâm-ı Rabbânî "Bir kimse peygamberlere tâbi olmadan doğru yolda yürümek isterse muhakkak eğri yola sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse istidraçtır. Sonu zarar ve ziyândır." demektedir.
SİHİR : Tabîat kuvvetleri fizik kimyâ ve biyoloji kanunları dışında gizli sebepler kullanarak garip şeyleri yapmayı sağlayan işe müslüman olmayanlardan ortaya çıkan âdet dışı şeylere büyüye sihir denir. El-Hadîkat-ün-Nediyye'de zikredilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlullah efendimiz şöyle buyurmuştur: "...Kâhinlik yapan ve kâhine giden ve sihir büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır." İhyâ'da geçen diğer bir hadîs-i şerîfte ise; "Müslüman büyü yapmaz. (Allah saklasın) îmânı gittikten sonra büyüsü tesir eder." buyrulmuştur.
Abdülhakîm Arvâsî büyünün insanları hasta yaptığını sevgi veya muhabbetsizliğe sebeb olduğunu yâni cesede ve rûha tesir ettiğini kadın ve çocuklara tesirinin daha çok olduğunu belirtmiştir.
İmâm-ı Nevevî sihir yaparken küfre sebeb olan kelime veya iş olursa küfürdür; böyle kelime veya iş bulunmazsa büyük günâhtır demiştir.
İmâm-ı Rabbânî sihrin tesirinin kat'î olmadığını ilâcın tesiri gibi olup Allah'ın isterse yaratacağını istemezse hiç tesir ettirmeyeceğini ifâde etmiştir.
KEHANET : Gaybın sır ve hallerini bilirim iddiâsında bulunmaya kâhinliğe Kehânet denir. Berîka'da zikredilen bir hadîs-i şerîfte; "Hased nemîme (insanlar arasında söz taşımak) ve kehânet sâhipleri benden değildir." buyrulmuştur.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri kâhinlere falcılara inanmamalı bilinmeyen şeyleri onlara sormamalı onlar gaybı bilir sanmamalıdır deyip gaybı ancak Allah ve O'nun bildirdiklerinin bileceğini ifâde etmiştir.Muhammed Mâsum Fârûkî ise şöyle demiştir: "Hakîkî mümin batıl inançlara inanmaz sihir uğursuzluk fal efsûn Kur'ân-ı kerîmden başka şeyle yazılı muska mâvi boncuk kehanet ve benzeri şeylere bunların muhakkak iş yapacaklarına mezârlara mum dikmeye tel ve iplik bağlamaya îtibâr etmez ve kerâmet sâhibi olduğunu söyleyen sahtekârlara inanmaz."
MEKR :Mekr bir kimseye hiç beklemediği ummadığı yerden hîle yapmak tuzak kurmak sûretiyle zarar vermeye çalışmak istidrâc yâni Allah'ın bir kimseye bir müddete kadar devamlı olarak hakkında hayırlı olmayan nîmetler verip onun da bunu Allah'ın bir lütfu ve ihsânı tuttuğu yolun kendisi için iyi olduğunu zannederek aldandığı gururlandığı gaflette bulunduğu taşkınlık yaptığı ve günahlara daha da daldığı bir sırada Allah'ın onu âniden azâbı ile yakalayıvermesi; Allah'ın mekr yapanların mekrini kendilerine çevirmesi mekrlerine karşılık onları cezâlandırması kötülüklerini kurdukları tuzakları bozması mânâlarına gelir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruluyor: "Allah'ın mekrinden emîn mi oldular? Hüsrâna uğrayanlardan (küfür yâni îmansızlık ve günâhlar sebebi ile ibret almamak ve tefekkürü terk etmek sûretiyle zararda olanlardan) başkası Allah'ın mekrinden emîn olmaz." (A'râf sûresi: 99)
Hazret-i Ali şükrünü yerine getirmediği halde kendisine çok dünyâlık mal mülk v.s. verilen bunların kendisi için Allah'ın mekri olduğunu bilmeyen kimsenin aklında bozukluk vardır demiştir.
Şeyhülislâm Ahmed ibni Kemâl Paşa ise şunları söylemiştir: "İnsanın işine göre ömrü ve rızkı değişir iyiler kötü kötüler iyi olarak değiştirilebilir. Böylece Allah birine ölümüne yakın iyi işler yaptırıp son nefeste îman ile gönderir. Başka birine kötü amel işletip îmânsız gönderir. Bunun için Rasûlullah efendimiz her zaman; "Allahümme yâ Mukallib-el-kulûb sebbit kalbî alâ dînike." duâsını okurdu (ki ey büyük Allah'ım! Kalpleri iyiden kötüye kötüden iyiye çeviren ancak sensin. Kalbimi dîninde sâbit kıl yâni dîninden döndürme ayırma! demektir). Eshâb-ı kirâm (r.anhüm) bunu işitince; "Ya Resûlallah! Sen de kalbinin dönmesinden korkuyor musun?" dediklerinde; "Allah'ın mekrinden beni kim emin eder? (bana kim garanti güven verebilir?)." buyurdu. Çünkü hadîs-i kudsîde; "İnsanların kalpleri Rahmân'ın kudretindedir. Kalpleri dilediği gibi çevirir." buyrulmuştur. Yâni Celâl ve Cemâl sıfatları ile kötüye ve iyiye çevirir.
Senâullah Dehlevî bu konuda şöyle demektedir: "Allah’dan yüz çeviren birçok kimsenin dünyâ nîmetleri içinde yaşadığı görülüp mahrûm kalmadıkları zan olunuyorsa da bunlara dünyâ için çalışmalarının karşılığını vermektedir. Yalnız dünyâ için çalışanlara verdiği dünyâlıklar hakîkatte azâb ve felaket tohumlarıdır. Allah'ın mekridir. Nitekim Mü'minûn sûresin 55 ve 56. âyetlerinde meâlen; "Kâfirler mal ve çok evlâd gibi dünyâlıkları verdiğimiz için kendilerine iyilik mi ediyoruz yardım mı ediyoruz sanıyorlar? Peygamberime inanmadıkları ve dîn-i İslâmı beğenmedikleri için onlara mükâfât mı ediyoruz diyorlar? Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nîmet olmayıp musîbet olduğunu anlamıyorlar." buyruldu. Kalplerini Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyâlıklar hep haraplıktır felâkettir. Şeker hastasına verilen tatlılar helvalar gibidir.
Yine büyük âlim Senâullah Dehlevî ve Tefsîr-i Kebîr sâhibi Fahrüddîn Râzî Allah'ın mekri ile insanların mekrleri arasında fark olduğunu belirtip insanların mekrinde başkasına kötülük ve zarar vermek esastır. Mekr-i ilâhî böyle değildir; Allah'ın mekri mekr yapanların mekrini bozmak mekrlerine karşı onları cezâlandırmak sûretiyle herkese hayır iyilik olduğu gibi onlara hadlerini ve mekr yapmanın fenalığını bildirmek ve bazılarının tövbelerine sebeb olmak bakımındandır. Bunda mekr yapanların bizzat kendileri için de hayır ve hikmet vardır demişlerdir. Şunu da ifâde etmişlerdir: Allah mekr yapanların mekrine onların beklemedikleri ummadıkları bir şekilde mukâbele ettiği karşılık verdiği bozduğu gaflet hâlinde iken onları ansızın yakaladığı için Allah'ın bu fiiline mekr denilmiştir. Yoksa Allah’a doğrudan mekr isnâd edilmez mâkir (mekir yapan) denilemez. İnsanların mekri ile lafız (söz) bakımından bir benzerlik vardır.
AYET : Bir de sözlükte alâmet işâret mûcize ibret mânâsında kullanılan âyet kelimesi vardır. Bu kelime Allah'ın varlığını birliğini ve kudretini gösteren alâmet ibret işâret mûcize mânâsını da ihtivâ eder. Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyrulmaktadır: "(Hakîkati) bilmeyenler (veya bilip de bilmez gözükenler) ne olur Allah bizimle (senin hak Rasûl olduğuna dâir) söyleşse konuşsa yâhut (bu hususta) bize bir âyet (mûcize) gelse dediler. Onlardan evvelkiler de tıpkı onların söyledikleri gibi söylemişdi. Kalpleri birbirine ne kadar da benzemiş. Bu hakîkatleri iyice bilmek isteyenlere âyetlerimizi apaçık göstermişizdir." (Bekara sûresi: 118)
Mü'mîn sûresinin 13. âyet-i kerîmesinde ise Allah meâlen şöyle buyurmuştur:
"Size (varlığına ve birliğine delâlet eden) âyetlerini (mûcizelerini) gösteren size gökten rızık indiren O'dur. Bu âyetlerden Allah’a inananlardan başkası ibret almaz."
BURHAN : Bir dâvâyı(sözü) isbât eden kesin delile kendisi bilinince başkası da bilinen şeye burhân adı da verilir.
BEYYİNE :Bir de delil sened burhân şâhid mûcize mânâlarında kullanılan beyyine kelimesi vardır. Kur'ân-ı kerîmde A'râf sûresinin 73. âyetinde meâlen buyruldu ki:
"Semûd (kavmine de) kardeşleri Sâlih'i gönderdik. O kavmine şöyle dedi: "Allah’a ibâdet ve itâat edin. O'ndan başka hiç bir ilâhınız yoktur. İşte size Rabbinizden açık bir beyyine geldi. Allah'ın şu dişi devesi size peygamberliğimi isbât eden bir beyyine ve alâmettir. Onu bırakın Allah'ın arzında otlasın. Ona bir fenâlıkla dokunmayın ki sonra acıklı bir azâba uğrarsınız."
ATIYYE : Ebü'l-Abbâs Mürsî; "Peygamberler ümmetleri için atıyyedir (ihsân lütuf bağıştır). Fakat Resûl-i ekrem efendimiz hediyedir. Hediye ile atıyye arasında fark vardır. Atıyye muhtaçlara hediye ise sevilenlere verilir." demiştir. Hediye bağış Allah'ın ihsânı mânâsına gelen bir kelime daha vardır ki o da mevhibedir.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî buyuruyor ki:
"Vâridât-ı ilâhiyyenin hepsi âdet-i ilâhiyye içinde hâsıl olmaktadır. Yâni Allah her şeyi bir sebeb altında yaratmaktadır. Bu sebeplere iş yapabilecek tesir kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere tabiat kuvvetleri fizik kimyâ ve biyoloji yasaları diyoruz. Bir iş yapmamız ve bir şeyi elde etmemiz için bu işin sebeplerine yapışmamız lâzımdır. Meselâ buğday hâsıl olması için tarlayı sürmek ekmek ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri işleri Allah'ın bu âdeti içinde meydana gelmektedir.
Allah sevdiği insanlara iyilik ikrâm olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor. Meselâ: Peygamberlerden âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde meydâna gelen şeylere "mûcize" denir. Peygamberlerin ümmetlerinin evliyâsında âdet dışı meydana gelen şeylere "kerâmet" denir. İbn-i Âbidîn mürtedleri anlatırken diyor ki: "Mu'aaaile ve Vehhâbîler kerâmete inanmadılar. İmâmü'l-Haremeyn ve İmâm-ı Ömer Nesefî ve birçok âlimler (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) kerâmetin câiz olduğunu isbât etmişlerdir." Evliyânın kerâmet göstermeleri lâzım değildir. Ümmet arasında velî olmayanlardan meydana gelen âdet dışı şeylere "firâset" denir.Fâsıklardan günâhı çok olanlardan zuhûr ederse"İstidrâc" denir ki derece derece kıymetini indirmek demektir.Kafirlerden zuhûr edenlere ise "sihr" yâni "büyü" denir.
MÛCİZE : Allah'ın peygamberlerine peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân ettiği ve onların isteği ile yarattığı hârikulâde yâni âdet dışı olağanüstü hâllere ise mûcize denilir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir şeyin mûcize sayılabilmesi için şu şartların gerekli olduğunu beyân buyurmuştur: Allah o şeyi mutâd alışılmış sebepler dışında yaratmış olmalıdır. Harikulâde olağanüstü olmalıdır. Nebi olduğunu söyleyen kimsenin istediği zaman hâsıl olmalıdır. Peygamberlerin isteklerine uygun olmalıdır. İsteyip de hâsıl olan mûcize kendisini yalanlamamalıdır. Mûcize Nebi olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır. Bir peygamberin ümmetinden meydana gelen hârikulâde hâller (aslında) o peygamberin mûcizesidir.
Ahmed Fârûkî Serhendî'nin ifâde ettiğine göre: Allah her peygambere kendi zamanlarında önemli kabûl edilen hususlarla ilgili mûcize ihsân etmiştir. Mûsâ aleyhisselâm zamânında sihirbazlık yaygındı. Allah Mûsâ aleyhisselâma asâ mûcizesini ihsân etti. Mûsâ aleyhisselâmın asâsı büyük yılan olup sihirbazların sihir âletlerini yuttu. Böylece sihirbazlar bunun insan gücünün üstünde olduğunu anlayarak hemen îmân ettiler. Îsâ aleyhisselâmın zamânında tıb ileri gitmişti. Tabîbler başarılarıyla öğünürlerdi. Allah Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme anadan kör doğanların gözlerinin açılması gibi mûcizeleri ihsân etti. Tabîbler âciz kaldılar. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm zamânında ise; Arabistan Yarımadasında şâirlik ve belâgat sanatı en yüksek dereceye ulaşmıştı. Şâirler yazıp okudukları şiirlerle birbirlerine öğünürlerdi. Bu şekilde öğünmek sadece şâirde değil mensûb olduğu kabîle için de bir öğünme vesîlesi idi. Allah Rasûlullah efendimize en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı kerîmi gönderdi. Kur'ân-ı kerîmin îcâzı eşsizliği karşısında şâirler âciz kaldılar. Bir kısmı Allah kelâmı olduğunu inkâr edip kâfir olarak öldüler. Bir kısmı ise Allah kelâmı olduğunu anlayarak müslüman oldular.
Kudüs ve Mescid-i Aksâ
Büyük âlim Abdülganî Nablüsî'nin de belirttiği gibi Allah'ın âdetinin ve kânunlarının dışında yarattığı mûcizelerin meydana gelmesi için peygamberlerin aleyhimüsselâm diri olması şart değildir. Öldükten sonra da Allah onlara mûcize ihsân eder. Harputlu İshâk Efendinin dediği gibi Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem mûcizeleri binden fazla olup bâzıları şunlardır: Mîrâc mûcizesi Şakk-ı kamer mûcizesi (ayın ikiye bölünmesi) mübârek parmaklarından su fışkırma mûcizesi Kâbe-i muazzama içindeki putların mübârek parmağının işâreti ile yüz üstü düşmesi mûcizesi ölülerin diriltilmesi mûcizesi yaralılara ve hastalara şifâ verme mûcizesi.
İRHAS : Nebi olacak bir zâttan nebi olduğu bildirilmeden önce meydana gelen ve peygamberliğine müjde olan âdet dışı yâni hârikulâde (olağanüstü) hâllere işlere irhâs denir. Îsâ aleyhisselâmın beşikte konuşması kuru ağaçtan tâze hurma isteyince eline hurma gelmesi Muhammed aleyhisselâmın çocuk iken göğsünün yarılması ağaçların taşların kendisine selâm vermeleri gibi hâlleri hep irhâstı (çoğulu irhâsâttır).
KERÂMET : Hangi peygamberin ümmetinden olursa olsun velîlerden âdet dışı yâni fizik kimyâ ve fizyoloji kânunları dışında meydana gelen şeyler hâdiseler üstünlükler kerâmet diye isimlendirilir. Allâme Ahmed Hamevî'nin dediği gibi Allah sevdiği kullarına kerâmetler ihsân eder. Velîler kerâmetlerini saklarlar. Kimsenin duymasını istemezler.
İmâm-ı Rabbânî; "Kerâmet haktır. Şirkten yâni Allah’a ortak koşmaktan kaçıp kurtulmak mârifete kavuşmak kendini yok bilmek kerâmettir." demektedir.
Abdülganî Nablüsî ise; "Kendisine kerâmet hâsıl olan velî bu kerâmetin yalnız Allah'ın dileği ve kudreti ile yaratıldığını kendi dileğinin ve kudretinin hiç bir tesiri olmadığını bilmektedir." demiştir.
KEŞF : Lügatte açmak gizli bir şeyi bulmak ortaya çıkarmak kapalı şeyin yüzünden örtüyü kaldırmak mânâlarına gelen keşf kelimesi evliyânın his ve akılla anlaşılmayan şeyleri kalplerine gelen ilhâm yoluyla bilmeleri demektir. Abdülganî Nablüsî evliyâya hâsıl olan keşiflerin ve herkesin gördüğü rüyâların bir şeyin misâlinin benzerinin hayâl aynasında görünmesi olduğunu uykuda iken olursa rüyâ dendiğini uyanık iken olunca keşf olarak isimlendirildiğini ifâde etmiş hayâl aynası ne kadar çok saf temiz ise keşf ve rüyânın o kadar doğru ve güvenilir olacağını belirtmiştir.
İmâm-ı Rabbânî evliyânın keşfinde hatâ etmesi yanılmasının müctehidlerin ictihâdda yanılması gibi olduğunu bunun kusûr sayılmayacağını bundan dolayı evliyâya dil uzatılamayacağını belki hatâ edene de bir sevâb verileceğini belirtmiş bundan sonra şöyle demiştir: "Yalnız şu kadar fark vardır ki müctehidlere (dinde söz sâhibi âlimlere) uyanlara da onların mezheplerinde bulunanlara da hatâlı işlere de sevâb verilir. Evliyânın yanlış keşiflerine uyanlara sevâb verilmez. Çünkü ilhâm ve keşif ancak sâhibi için seneddir başkalarına sened olmaz. Müctehidin sözü ise mezhebinde bulunan herkes için seneddir.
Tasavvuf büyüklerinin kalplerine gelen ilhamlar keşifler ahkâm-ı şer'iyye için sened ve vesîka olamaz. Keşiflerin ilhâmların doğru olup olmadığı şerîate (İslâmiyete) uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tasavvufun vilâyetin yüksek tabakalarında bulunan evliyâ da ilmi olmayan aşağı derecelerdeki müslümanlar gibi bir müctehide tâbi olmak mecbûriyetindedir. Bayezîd-i Bistamî Cüneyd-i Bağdâdî Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn ibni Arabî gibi evliyâ herkes gibi bir mezhebe tâbi olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı İslâmiyyeye yapışmak bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilimler mârifetler keşifler tecellîler aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye bu ağacın meyveleri gibidir. Evet ağaç dikmekten maksad meyve elde etmektir. Fakat meyve kazanmak için ağaç dikmek şarttır. Yâni îmân olmazsa ve ahkâm-ı şer'iyye yapılmazsa tasavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz.
FÎRASET : Sözlükte görüş zan ve idrâkta (anlamakta) tecrübe ve delîller vâsıtasıyla dikkatle bakıp isâbet etmek mânâsına gelen firâset bir terim olarak peygamberlerin ümmetleri arasında evliyâ olmayan kimselerden meydâna gelen âdet hârici şeyler dıştan içi anlama yüzünden okuma demektir. İmâm-ı Tirmizî ve İmâm-ı Taberânî'nin (r.aleyhimâ) kitaplarında geçen bir hadîs-i şerîfte; "Müminin firâsetinden korkunuz. Zîrâ o Allah'ın nûru ile bakar." buyrulmuştur. HâceAbdullah Ensârî'nin beyânına göre firâset iki türlüdür. Birincisi mârifet sâhiplerinin (Allah’ı tanıyanların) firâseti olup talebenin kâbiliyetini keşf etmek anlamak Allah'ın evliyâsını tanımaktır. İkincisi riyâzet (nefsin istediklerini yapmamak) çeken açlıkla nefislerini parlatanların firâseti olup mahlûklara âit gizli şeyleri bilmektir. Kıymetli olan mârifet sâhiplerinin Allah adamlarının firâsetine inanıp bağlanmaktır.
Şâh Şücâ Kirmânî harama bakmaktan gözünü muhâfaza edenin kendini nefsin arzularına kapılmaktan koruyanın sünnete uyarak zâhirini dışını süsleyenin helâl lokma yemeyi alışkanlık edinenin firâseti şaşmaz demiştir.
İmâm-ı Rabbânî firâset sâlih kimseleri temyiz ve teşhis etmek bulup ayırmaktır demiş; Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ise firâsetin îmân kuvvetinden doğduğunu kimin îmânı daha kuvvetli ise firâsetinin o nisbette keskin şiddetli isâbetli ve doğru olduğunu belirtmiştir.
BASÎRET : Eşyânın hakîkatini iç yüzünü gören anlayan kalp gözüne basîret dendiği gibi kalp gözü ile görme anlama ve firâset de basîret diye isimlendirilir. İmâm-ı Kuşeyrî; "Allah müminlere bir takım basîretler ve nûrlar lutfeylemiştir (vermiştir). Onlar bu sâyede firâsette bulunurlar. Rasûlullah efendimizin; "Mümin Allah'ın nûru ile nazar eder." hadîs-i şerîfi bu mânâda anlaşılmalıdır" demiştir. Deylemî'nin zikrettiği bir hadîs-i şerîfte; "Gözü âmâ (görmeyen) kimse kör değildir. Asıl âmâ basîreti kör olan kişidir." buyrulmuştur.
Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: "Biz (dünyâyı isteyenlerin de âhireti isteyenlerin de) her birine kısmet ettiğimiz rızkı veririz. Bu Rabbinin atiyyelerindendir. Rabbinin atiyyesi ihsânı (dünyâda mümin ve kâfir hiç kimseden) men edilmemiştir." (İsrâ sûresi: 20)
KEMAL : İyilikler fazîletler ahlâk ve huy güzellikleri olgunluklar demek olan kemâlât nübüvvet kemâlâtı ve vilâyet kemâlâtı olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır: Kemâlât-ı nübüvvet: Peygamberliğe ait üstünlükler olup çok yüksek evliyâlık makamlarından biridir. Şeyh Şihâbüddîn-i Sühreverdî demiştir ki: "Bir müslüman Allah'ın ihsânı ile İslâmiyetin hakîkatine kavuşur İslâm-ı hakîkî ile şereflenirse peygamberlere tam uymakla o büyüklere vâris olarak kemâlât-ı nübüvvet makâmına kavuşabilir. O yüksek derecenin nîmetlerini bol bol elde edebilir.
İmâm-ı Rabbânî; "Velâyetin velîliğin iki parçası olan tarîkat ve hakîkat şerîatin hakîkatini ele geçirebilmek için ve kemâlât-ı nübüvvete kavuşabilmek için iki şart gibidir." demiştir.
Evliyâlık makamlarından biri olan kemâlât-ı vilâyete gelince bu konuda İmâm-ı Rabbânî; "Kemâlât-ı nübüvet (peygamberlik kemâlâtı) kemâlât-ı vilâyetten çok üstündür. Kemâlât-ı vilâyetteki ilerleme kemâlât-ı nübüvvetteki ilerlemenin bir sûreti görünüşüdür." demektedir. Şeyh Şihâbüddîn ise; "Şerîatin sûreti kemâlât-ı vilâyet meyvelerini meydana getiren mübârek bir ağaç olduğu gibi nübüvvet kemâlleri de mübârek bir ağaç gibi olan şerîatin hakîkatinin meyveleridir demiştir.
İSTİDRÂC : Fâsıkların (günahkârların) bilinmeyen bâzı şeyleri haber vermeleri âdet üstü hârikulâde hâdiseler göstermeleridir. Allah her şeyi bir sebeb altında yaratmaktadır. Allah sevdiği insanlara iyilik ve ikrâm olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor. Bunlar kâfirlerden fâsıklardan günâhı çok olanlardan zuhûr ederse istidrâc denir ki derece derece kıymetini indirmek demektir.
İmâm-ı Rabbânî "Bir kimse peygamberlere tâbi olmadan doğru yolda yürümek isterse muhakkak eğri yola sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse istidraçtır. Sonu zarar ve ziyândır." demektedir.
SİHİR : Tabîat kuvvetleri fizik kimyâ ve biyoloji kanunları dışında gizli sebepler kullanarak garip şeyleri yapmayı sağlayan işe müslüman olmayanlardan ortaya çıkan âdet dışı şeylere büyüye sihir denir. El-Hadîkat-ün-Nediyye'de zikredilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlullah efendimiz şöyle buyurmuştur: "...Kâhinlik yapan ve kâhine giden ve sihir büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan bizden değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır." İhyâ'da geçen diğer bir hadîs-i şerîfte ise; "Müslüman büyü yapmaz. (Allah saklasın) îmânı gittikten sonra büyüsü tesir eder." buyrulmuştur.
Abdülhakîm Arvâsî büyünün insanları hasta yaptığını sevgi veya muhabbetsizliğe sebeb olduğunu yâni cesede ve rûha tesir ettiğini kadın ve çocuklara tesirinin daha çok olduğunu belirtmiştir.
İmâm-ı Nevevî sihir yaparken küfre sebeb olan kelime veya iş olursa küfürdür; böyle kelime veya iş bulunmazsa büyük günâhtır demiştir.
İmâm-ı Rabbânî sihrin tesirinin kat'î olmadığını ilâcın tesiri gibi olup Allah'ın isterse yaratacağını istemezse hiç tesir ettirmeyeceğini ifâde etmiştir.
KEHANET : Gaybın sır ve hallerini bilirim iddiâsında bulunmaya kâhinliğe Kehânet denir. Berîka'da zikredilen bir hadîs-i şerîfte; "Hased nemîme (insanlar arasında söz taşımak) ve kehânet sâhipleri benden değildir." buyrulmuştur.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri kâhinlere falcılara inanmamalı bilinmeyen şeyleri onlara sormamalı onlar gaybı bilir sanmamalıdır deyip gaybı ancak Allah ve O'nun bildirdiklerinin bileceğini ifâde etmiştir.Muhammed Mâsum Fârûkî ise şöyle demiştir: "Hakîkî mümin batıl inançlara inanmaz sihir uğursuzluk fal efsûn Kur'ân-ı kerîmden başka şeyle yazılı muska mâvi boncuk kehanet ve benzeri şeylere bunların muhakkak iş yapacaklarına mezârlara mum dikmeye tel ve iplik bağlamaya îtibâr etmez ve kerâmet sâhibi olduğunu söyleyen sahtekârlara inanmaz."
MEKR :Mekr bir kimseye hiç beklemediği ummadığı yerden hîle yapmak tuzak kurmak sûretiyle zarar vermeye çalışmak istidrâc yâni Allah'ın bir kimseye bir müddete kadar devamlı olarak hakkında hayırlı olmayan nîmetler verip onun da bunu Allah'ın bir lütfu ve ihsânı tuttuğu yolun kendisi için iyi olduğunu zannederek aldandığı gururlandığı gaflette bulunduğu taşkınlık yaptığı ve günahlara daha da daldığı bir sırada Allah'ın onu âniden azâbı ile yakalayıvermesi; Allah'ın mekr yapanların mekrini kendilerine çevirmesi mekrlerine karşılık onları cezâlandırması kötülüklerini kurdukları tuzakları bozması mânâlarına gelir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruluyor: "Allah'ın mekrinden emîn mi oldular? Hüsrâna uğrayanlardan (küfür yâni îmansızlık ve günâhlar sebebi ile ibret almamak ve tefekkürü terk etmek sûretiyle zararda olanlardan) başkası Allah'ın mekrinden emîn olmaz." (A'râf sûresi: 99)
Hazret-i Ali şükrünü yerine getirmediği halde kendisine çok dünyâlık mal mülk v.s. verilen bunların kendisi için Allah'ın mekri olduğunu bilmeyen kimsenin aklında bozukluk vardır demiştir.
Şeyhülislâm Ahmed ibni Kemâl Paşa ise şunları söylemiştir: "İnsanın işine göre ömrü ve rızkı değişir iyiler kötü kötüler iyi olarak değiştirilebilir. Böylece Allah birine ölümüne yakın iyi işler yaptırıp son nefeste îman ile gönderir. Başka birine kötü amel işletip îmânsız gönderir. Bunun için Rasûlullah efendimiz her zaman; "Allahümme yâ Mukallib-el-kulûb sebbit kalbî alâ dînike." duâsını okurdu (ki ey büyük Allah'ım! Kalpleri iyiden kötüye kötüden iyiye çeviren ancak sensin. Kalbimi dîninde sâbit kıl yâni dîninden döndürme ayırma! demektir). Eshâb-ı kirâm (r.anhüm) bunu işitince; "Ya Resûlallah! Sen de kalbinin dönmesinden korkuyor musun?" dediklerinde; "Allah'ın mekrinden beni kim emin eder? (bana kim garanti güven verebilir?)." buyurdu. Çünkü hadîs-i kudsîde; "İnsanların kalpleri Rahmân'ın kudretindedir. Kalpleri dilediği gibi çevirir." buyrulmuştur. Yâni Celâl ve Cemâl sıfatları ile kötüye ve iyiye çevirir.
Senâullah Dehlevî bu konuda şöyle demektedir: "Allah’dan yüz çeviren birçok kimsenin dünyâ nîmetleri içinde yaşadığı görülüp mahrûm kalmadıkları zan olunuyorsa da bunlara dünyâ için çalışmalarının karşılığını vermektedir. Yalnız dünyâ için çalışanlara verdiği dünyâlıklar hakîkatte azâb ve felaket tohumlarıdır. Allah'ın mekridir. Nitekim Mü'minûn sûresin 55 ve 56. âyetlerinde meâlen; "Kâfirler mal ve çok evlâd gibi dünyâlıkları verdiğimiz için kendilerine iyilik mi ediyoruz yardım mı ediyoruz sanıyorlar? Peygamberime inanmadıkları ve dîn-i İslâmı beğenmedikleri için onlara mükâfât mı ediyoruz diyorlar? Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nîmet olmayıp musîbet olduğunu anlamıyorlar." buyruldu. Kalplerini Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyâlıklar hep haraplıktır felâkettir. Şeker hastasına verilen tatlılar helvalar gibidir.
Yine büyük âlim Senâullah Dehlevî ve Tefsîr-i Kebîr sâhibi Fahrüddîn Râzî Allah'ın mekri ile insanların mekrleri arasında fark olduğunu belirtip insanların mekrinde başkasına kötülük ve zarar vermek esastır. Mekr-i ilâhî böyle değildir; Allah'ın mekri mekr yapanların mekrini bozmak mekrlerine karşı onları cezâlandırmak sûretiyle herkese hayır iyilik olduğu gibi onlara hadlerini ve mekr yapmanın fenalığını bildirmek ve bazılarının tövbelerine sebeb olmak bakımındandır. Bunda mekr yapanların bizzat kendileri için de hayır ve hikmet vardır demişlerdir. Şunu da ifâde etmişlerdir: Allah mekr yapanların mekrine onların beklemedikleri ummadıkları bir şekilde mukâbele ettiği karşılık verdiği bozduğu gaflet hâlinde iken onları ansızın yakaladığı için Allah'ın bu fiiline mekr denilmiştir. Yoksa Allah’a doğrudan mekr isnâd edilmez mâkir (mekir yapan) denilemez. İnsanların mekri ile lafız (söz) bakımından bir benzerlik vardır.
AYET : Bir de sözlükte alâmet işâret mûcize ibret mânâsında kullanılan âyet kelimesi vardır. Bu kelime Allah'ın varlığını birliğini ve kudretini gösteren alâmet ibret işâret mûcize mânâsını da ihtivâ eder. Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyrulmaktadır: "(Hakîkati) bilmeyenler (veya bilip de bilmez gözükenler) ne olur Allah bizimle (senin hak Rasûl olduğuna dâir) söyleşse konuşsa yâhut (bu hususta) bize bir âyet (mûcize) gelse dediler. Onlardan evvelkiler de tıpkı onların söyledikleri gibi söylemişdi. Kalpleri birbirine ne kadar da benzemiş. Bu hakîkatleri iyice bilmek isteyenlere âyetlerimizi apaçık göstermişizdir." (Bekara sûresi: 118)
Mü'mîn sûresinin 13. âyet-i kerîmesinde ise Allah meâlen şöyle buyurmuştur:
"Size (varlığına ve birliğine delâlet eden) âyetlerini (mûcizelerini) gösteren size gökten rızık indiren O'dur. Bu âyetlerden Allah’a inananlardan başkası ibret almaz."
BURHAN : Bir dâvâyı(sözü) isbât eden kesin delile kendisi bilinince başkası da bilinen şeye burhân adı da verilir.
BEYYİNE :Bir de delil sened burhân şâhid mûcize mânâlarında kullanılan beyyine kelimesi vardır. Kur'ân-ı kerîmde A'râf sûresinin 73. âyetinde meâlen buyruldu ki:
"Semûd (kavmine de) kardeşleri Sâlih'i gönderdik. O kavmine şöyle dedi: "Allah’a ibâdet ve itâat edin. O'ndan başka hiç bir ilâhınız yoktur. İşte size Rabbinizden açık bir beyyine geldi. Allah'ın şu dişi devesi size peygamberliğimi isbât eden bir beyyine ve alâmettir. Onu bırakın Allah'ın arzında otlasın. Ona bir fenâlıkla dokunmayın ki sonra acıklı bir azâba uğrarsınız."
ATIYYE : Ebü'l-Abbâs Mürsî; "Peygamberler ümmetleri için atıyyedir (ihsân lütuf bağıştır). Fakat Resûl-i ekrem efendimiz hediyedir. Hediye ile atıyye arasında fark vardır. Atıyye muhtaçlara hediye ise sevilenlere verilir." demiştir. Hediye bağış Allah'ın ihsânı mânâsına gelen bir kelime daha vardır ki o da mevhibedir.
CageOfMan- • HızLı üye •
- Mesaj Sayısı : 159
Rep Sayısı : 190
Kayıt tarihi : 25/05/10
Similar topics
» EV HALİ -II- /AKŞAM VAKTİ
» SmackdoWn'un Rey Mysterio'su İşte Maskesiz Hali...Ve Hayatı.
» BeLki Üstümüzden Bir Kuş Geçer .. / Eşşek GeçiceK haLi Yok ya GerizekaLı!.xD
» SmackdoWn'un Rey Mysterio'su İşte Maskesiz Hali...Ve Hayatı.
» BeLki Üstümüzden Bir Kuş Geçer .. / Eşşek GeçiceK haLi Yok ya GerizekaLı!.xD
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz