GothiC Edebiyat
1 sayfadaki 1 sayfası
GothiC Edebiyat
Sapık arzular günahlar…Yalnız Canavarlar
Değişen Düzene Karşı
Gotik on sekizinci yüzyılın
ortalarından itibaren popüler bir tür olarak ortaya çıktığından beri saygın edebiyat sınıfına
dahil edilmese de varlığını değişen zamana karşı çıkarak sürdürdü.
Fransız devrimi gibi toplumsal değişikliklerin ve köklü sosyal
hareketlerin yaşandığı bir dönemde korkunç hayaletler gizemli şatolar doğaüstü ve şeytani güçler tutku ve şehvetin
aşırılıkları ile dolu bir anlatının ortaya çıkması ilk bakışta şaşkınlık
uyandırsa da Aydınlanmayı
reddedip Ortaçağın karanlık ve batıl inanışlarına dönüş olarak
bakıldığında değişikliğe direnme ve muhafazakârlık olarak görülebilir.
Gotik romanların ilk örnekleri arasında temelde romans olan yanı sıra korku ve dehşet
öğeleri de barındıranlar çoğunlukta. Korku öğeleri denince de Ortaçağın
ezici dinî baskısının körüklediği şeytanî güçler öte dünyadan gelip bu
dünyadakileri etkileri altına alan hayaletler ruhlar cadılar ve büyücüler bir
çırpıda sayılabiliyor. Kötü güçlerin etkisi altına giren insanlar toplum
düzeninin izin vermediği her tür çılgınlığı ve aşırılığı yapıyorlar:
kendi kardeşleriyle yatıyor ölüler ve canavarlarla
sevişiyor ölümcül günahların
hepsini işliyorlar sonuçta da kötüler
cezalarını buluyor bazen dünyevî bazen de
uhrevî bir güç tarafından hadleri bildiriliyor. Bu temelde romantik ve
eğlendirici ama aynı zamanda gizemli ve tahrik edici üslûp türün yazar ve okuyucuları
arasında kadınların çok olmasının nedenini de açıklıyor.
Gotik edebiyatın vatanı olarak Kuzey Avrupa görülüyor ama ücra ve rüzgârlı
tepelerde inşa edilmiş şatoları hayalet söylenceleri karanlık ve kasvetli
atmosferiyle İngiltere’nin ve İskoçya’nın bu türdeki yeri ayrı. Yazarlar
Kuzey Avrupalı olunca gizem de Avrupanın güneyine iniyor Gotik romansların mekânı
çoğunlukla Akdeniz ülkeleri… Türün en çok referans verilen ürünü
Frankenstein’ın İngiliz Shelley’lerin İtalya’daki evlerinde Lord
Byron’ın da hazır bulunduğu gece sohbetleri sırasında doğmuş olmasınaysa
diyecek bir şey yok!
Gotik her zaman yerleşik düzene ve ahlâk kurallarına karşı çıkmaktan aşırıya varmaktan abartmaktan kısaca “ileri gitmek”ten
yana olmuş. 18. yüzyılın sonlarında yayınlanan The Monk’un (Keşiş)
yarattığı skandal bu ileri gidişin kanıtı. Keşiş - bir romans başlığıyla
yayımlanan kitapta cemaati tarafından abartıya
varan bir hayranlıkla neredeyse bir tanrı gibi
sevilen ve saygı duyulan bir keşişin kapıldığı hırs ve şehvetle yapıp
ettikleri özellikle
eleştirmenleri hezeyana sürüklemişti. 7 Haziran 1796 tarihli The British
Critic’de şöyle deniyor: “Şehvet cinayet ensest ve insan doğasını
lekeleyen her tür vahşet mazeret üretmeye olanak bırakmadan bir araya
getirilmiş. Özür niyetine genel ve çok pratik bir ahlâk anlayışı var:
Büyü ve sihirle uğraşmaya gerek yok şeytan eninde sonunda sizi
ele geçirecek! Parlak yeteneklerin bu tür felaketler üretmekte
kullanıldığını görmek bizi üzüyor.”
Gerçi bütün Gotik eserler bu tür eleştirilerle karşılanmadı azınlıkta olsalar da
Gotiğin altın çağının yazarları Ann Radcliffe ve Horace Walpole’ün
eserleri hem eleştirmenlerin hem de okuyucuların zevkine hitap ediyordu.
Özellikle Radcliffe’in eserleri hem çok okundu hem de bolca taklit
edildi Radcliffe ise çok okunan
bir yazar olarak kalemiyle para kazanma ayrıcalığına sahip olmuştu.
Elbette bunda yazarın Gotik unsurları sosyal düzeni güçlendirmeye uygun
dozda kullanması hikâyelerinin temelde
‘erdem ve sadakati güçlendirme’ amaçlı dersler mahiyetinde romantik
metinler olması önemli bir etken.
Gotik etkiler bu türe doğrudan
dahil edilmeyen Uğultulu Tepeler ya da Jane Eyre gibi romantik dönem
eserlerinde de boy gösteriyor. Medeniyetten uzak eski malikaneler çeşitli egzotik ülkelerden
gelme eşyalarla dolu yüksek tavanlı loş salonlar gizli geçitlerle dolu uzun
koridorların romantik Gotik tarzından kasvetli gri şatoların örümcek ağlarıyla kaplı
soğuk mahzenlerin iğrenç sürüngenlerle dolu
yeraltı geçitlerinin korku Gotiğine uzanan çeşitlilikte mekânlar Gotiğin
vazgeçilmez unsurları. Bu heybetli ama karanlık büyük ama gizemli terkedilmiş görünen ama
doğaüstü varlıklarla dolu yapılar içlerinde yaşayanların iç
dünyalarını yansıtıyor ve davranışlarını belirliyor. Uğultulu Tepeler’in
Heathcliff’i romanın kadın kahramanı için bir arzu nesnesiyse de bize anlatılan özellikleri
canavarımsı vahşi bir hayvanı
andıran kaba saba birini getirir
gözler önüne tıpkı kayalıkların
üstünde tek başına rüzgârlara karşı dikilen malikanesi gibi… Bu mekânlar
içlerindeki ahlâk dışı garip ve olağanüstü olaylar
devam ettiği sürece ayaktadırlar çoğu zaman. Gülün Adı’nda ya da Jane
Eyre’da olduğu gibi gizem çözülüp düzen yeniden sağlanırken yakılıp
yıkılıp giderler. Bu noktada Gotik anlatıların çift taraflı olduğu
görülebilir: Toplumsal düzene dinî inanışlara ya da
adetlere karşı aykırı acayip ve tutarsız olaylar
dizisi çoğunlukla kahramanların doğru yola dönmeleri ile son bulur.
Böylece otorite yeniden sağlanmış toplum düzeni de korunmuş
olur. Ama anlatı her çeşit aşırılığı ve canavarlığı hoş gören bir yoldan
gelerek varmıştır bu sonuca.
Canavarlar ve şeytanî güçlerin zamanla şekil değiştirmesine de
şaşırmamak gerek 18 yy.’ın hayaletleri lanetleri ve şatoları endüstri devrimiyle
birlikte 19 yy.’da laboratuvarlarda yaratılan insanlara bilimin karanlık ürünlerine
ve bilimadamlarına dönüştü. Tutuculuk bu sefer bilime ve teknolojiye
karşı direnmeye başlamıştı. Dr. Jekyll ve Mr Hyde geliştirdiği ilacı kendi
üzerinde denediğinde saygın kişiliğinden sıyrılıp bir suçluya dönüşen
Dr. Jekyll ve ikinci kişiliği Mr. Hyde’ın öyküsü. Bastırılmış vahşet ve
cinsellik dürtüleri ortaya çıkan doktor bunlarla başetmekte
zorlanır ve doğanın ilahî dengesini bozduğu için de ölümle
cezalandırılır. Bir başka çılgın bilimadamı öyküsü tıpkı Dr. Frankenstein gibi
canavarı kendi laboratuvarında yaratan ve Tanrı tarafından
cezalandırılan haddini bilmez bir bilimadamı…
19 yy.’ın meşhur detektifi Sherlock Holmes’un maceralarında da Gotik
birçok öğe olduğunu düşünmüyor musunuz? Öncelikle mantıkla çözülemez
göründüğü için gizemli güçlere atfedilen cinayet ve suçlar Holmes’ün keskin zekası ve
garip öngörüsü ile egzotik Doğu kaynaklı bir zehire dilsiz bir köleye ya da
Afrika kökenli bir büyüye bağlanır. Ama Holmes’ün neredeyse hastalıklı
mantığı cinayetlerin uyandırdığı korku ve dehşet hissini yok etmeye
yetmez. A. C. Doyle mantığın yılmaz savunucusu kahramanını en doğaüstü
görünümlü maceralara atarken yalnızca bilimin
yanılmazlığını mı kanıtlamaya çalışmıştır?
20 yy.’da ise korkutucu gelen artık doğaüstü güçler değil teknolojinin insanın
ruh-beden bütünlüğü üzerindeki etkisi. Teknoloji sağladığı düzen denetim ve otoriteyle esas
tehdit kaynağı halini almış durumda. Artık öbür dünyadan gelen ne idüğü
belirsiz yaratıklardan değil kendi elimizle yarattığımız
ve beslediğimiz dünya düzeninin baskısından her an her yerde
izlenmekten korkuyoruz.
Kafka Değişim’i yazarken bireyin sosyal düzen karşısında gerileyip
çatlamasını Dava’da yasa ve
devlet düzeninin insanı nasıl doğaüstü bir güç gibi kıskıvrak
yakaladığını tam bir Gotik
anlayış taşıyan Şato’daysa otorite figürünün çözümsüz bilinmezliğini ele
alıyordu. Kafka’nın eserlerindeki korku ve dehşetin türün belirleyicilerinden
Edgar Alan Poe’nun canavar gorilinden ya da ölümcül sarkacından daha az
etkili olduğunu kim söyleyebilir?
Tüm bunlara bakıp artık Gotik anlatılar kalmadığını düşünüyorsanız çok
da haksız sayılmazsınız. Her zaman popüler kültürden beslenen Gotik terketmek üzere olduğumuz
yüzyılda sinema ile yeni bir aktarım kanalı edindi ve Gotik romanlar
sinemanın ilk günlerinden bu yana hep ilgi gördü. Ama Boris Karloff’un
30′larda canlandırdığı canavarı ile 90′larda Robert de Niro tarafından
ete kemiğe büründürülen arasında ciddi farklar olduğu da bir gerçek.
İkincisi bir bakışta daha ürkütücü görünse de birincinin soğuk mesafeli ve tamamen yabancı
haline sahip değil. Fazla insanî fazla dünyevî. Değişen
sadece Mary Shelley’in canavarı değil Bram Stoker’ın Kont
Dracula’sı da bu değişimden payını alıyor. Tıpkı Coppola’nın filmindeki
aşkı için her şeyi göze alan tutkulu Dracula gibi. Aşırılıkları düzen dışılıkları ve
gariplikleri törpülenmiş neredeyse bu dünyaya ait
olmak için uğraşan yaratıklara dönüşmüş durumdalar. Onlardan korkmuyor acıyoruz. Onlara gülmüyor bakıyor ve anlayış
gösteriyoruz. Ne kadar romana sadık kalındığı iddia edilse de bu uyarlamaların orijinal
dehşet duygusunu daha insani duygularla değiştirdiği açık.
Korkuya ya da romansa fazla kaymadan ürperti ve tutkuyu
kararında tutarak herkese uygun hale gelen sinemasal Gotik tarzın bir
başka örneği ise Gotik yönetmen sıfatını hiç
şüphesiz hakeden Tim Burton tarafından çekilen Edward Scissorhands
(Makas Eller). Çılgın bir bilimadamı tarafından yaratılan Edward son
derece naif karakteriyle Dr. Frankenstein’ın hedeflediği adam! Ama
yaratıcısı onu tamamlayamadan ölünce koca şatoda (başka nerde
olabilirdi?) tek başına kalıyor bir gün satıcı bir kadın
tarafından bulunana kadar. Ama ellerinin yerinde makaslar olan Edward ne
kadar insancıl olsa da (hem âşık olup hem de herkes tarafından
sevilen biri haline gelmeyi başarıyor) yine de Frankenstein’ın canavarı
gibi ebedî yalnızlığa mahkumdur.
Gotik anlatıda aşırılıkla birlikte ortaya çıkan gülme tepkisinin komedi
filmlerinde kullanılması da evcilleşen Gotik için bir örnek. Bu tür
filmlerde Gotik romanları
okurken hissedilen garip korku hissine eşlik eden biraz sinirli bir
gülme yerine düpedüz neşe var. Gotik canavarlar cadılar ve yaratıklarla
dalga geçilen Addams Ailesi bu anlayışın en popüler örneği.
Neyse ki Gotik anlayışı taşıyan ve başarıyla sürdüren başka bir tür var:
bilimkurgu. Gotiğin geçmişe referans vererek yaptığını bilimkurgu
geleceği göstererek yapıyor. “Şimdi” hakkında başka bir zamandan
bahsetmenin rahatlığıyla fikir yürütmek zamanı zemini belirsiz bir
çağda özgürce hayal kurabilmek bilimkurguyu bugünün zincirlerden
kurtarıyor. Tıpkı mantığı ortadan kaldırarak Gotik anlatıyı mümkün kılan denetlenemeyen doğaüstü
güçler gibi…
Karanlık bir gelecek düşlemek geçmişin canavarlarını
makinelere hayaletlerini
holografik görüntülere çılgın bilim adamlarını
yeni çılgın bilim adamlarına dönüştürüyor. Türün öne çıkan örneklerinden
Neuromancer’ın bilgisayarlara bağımlı insanları uyuşturucu ve vahşet içinde
yaşayan toplulukları ile nöral ağlar Gotik edebiyatın dinden
çıkmış doğaüstü güçlerin etkisine
girmiş kahramanları ve bir şatonun gizli geçitlerinin aldığı yeni
biçimler.
19 yy.’da Doğu Batının korku ve
arzularını yansıttığı bilinmez bir diyarken 20 yy. sonlarında yerini
başka gezegenlere ve kıyamet sonrası Kaotik Dünya’sına bırakmış durumda.
Gotik edebiyatın doğudan gelen kötücül karakterlerinin ve
yaratıklarının yerini dünya dışı varlıklar ya da
makineler aldı.
Philip K. Dick’in kaleminden çıkan Do Androids Dream Of Electric
Sheep’den uyarlanan bilimkurgu sinemasının başyapıtlarından Bıçak Sırtı
(Blade Runner) sürekli karanlık ve yağmurlu atmosferi Frankenstein’da olduğu gibi
kendilerini yaratanla yüzleşmek için geri dönen androidleriyle özünde
fena halde Gotik.
Makineler tarafından iradesi elinden alınmış insan ırkının karanlık
geleceğini öngören ve kurtuluşun “inanç” beslemekte olduğunu söyleyen
tipik bir Gotik anlatı örneği de çok yakın tarihli Matrix filmi.
Yine de Gotik edebiyatın tamamen terkedildiğini söylemek doğru olmaz fantastik edebiyat diye
adlandırılan türde eser veren yazarların çoğu Gotik edebiyatın
unsurlarını kullanıyor. Tolkien’ın Yüzüklerin Efendisi’nde düşlediği
dünya teknoloji karşıtı ve
geçmişe dönük. Çok satarların en çok satanı Stephen King’in Medyum’u
(The Shining) ıssız bir otelde bir süre önce işlenen korkunç
cinayetlerin bekçi olarak kalan
ailenin babasını nasıl çıldırttığı üzerine tam bir korku abidesi.
Eco’nun Gülün Adı’sıysa doğrudan Ortaçağa dönüyor ve bir manastırda
işlenen gizemli cinayetleri Holmesvari bir din adamına çözdürüyor.
Doğrudan Gotik olarak adlandırılan hikayeler yazan H. P. Lovecraft’ı da
unutmamak gerek. Türkçede sadece Mitos tarafından basılan Gotik Öyküler
isimli tek bir seçkiyle okunabilen Lovecraft türün kararlı
takipçilerinin baştacı. Lovecraft’ın hikâyeleri ürkünç ve dehşet verici
kaynağı bilinmez güçleri insanın doğa karşısındaki
çaresizliği gibi karanlık konuları işliyor.
Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi’nden Iris Murdoch’un Tek Boynuzlu
At ve Melekler Zamanı’na Goethe’nin Faust’una kadar
sınırları genişletilebilen romansdan korkuya
çeşitlemeleri bulunan Gotik anlatının temel formülü 1797 tarihinde yazarı
bilinmeyen şu sözlerin kaleme alındığı günlerden bu yana yine de pek
değişmedi:
“Yarısı harabe haline gelmiş eski bir şato al
Bazıları gizli bir sürü kapısı olan
uzun bir koridor.
Üç tane yeni ceset.
Sandık ve mengenelerde bir sürü iskelet…
Hepsini karıştır bir kaplıcada yatağa
gitmeden önce üç cilt olarak alınacak şekilde.”
Değişen Düzene Karşı
Gotik on sekizinci yüzyılın
ortalarından itibaren popüler bir tür olarak ortaya çıktığından beri saygın edebiyat sınıfına
dahil edilmese de varlığını değişen zamana karşı çıkarak sürdürdü.
Fransız devrimi gibi toplumsal değişikliklerin ve köklü sosyal
hareketlerin yaşandığı bir dönemde korkunç hayaletler gizemli şatolar doğaüstü ve şeytani güçler tutku ve şehvetin
aşırılıkları ile dolu bir anlatının ortaya çıkması ilk bakışta şaşkınlık
uyandırsa da Aydınlanmayı
reddedip Ortaçağın karanlık ve batıl inanışlarına dönüş olarak
bakıldığında değişikliğe direnme ve muhafazakârlık olarak görülebilir.
Gotik romanların ilk örnekleri arasında temelde romans olan yanı sıra korku ve dehşet
öğeleri de barındıranlar çoğunlukta. Korku öğeleri denince de Ortaçağın
ezici dinî baskısının körüklediği şeytanî güçler öte dünyadan gelip bu
dünyadakileri etkileri altına alan hayaletler ruhlar cadılar ve büyücüler bir
çırpıda sayılabiliyor. Kötü güçlerin etkisi altına giren insanlar toplum
düzeninin izin vermediği her tür çılgınlığı ve aşırılığı yapıyorlar:
kendi kardeşleriyle yatıyor ölüler ve canavarlarla
sevişiyor ölümcül günahların
hepsini işliyorlar sonuçta da kötüler
cezalarını buluyor bazen dünyevî bazen de
uhrevî bir güç tarafından hadleri bildiriliyor. Bu temelde romantik ve
eğlendirici ama aynı zamanda gizemli ve tahrik edici üslûp türün yazar ve okuyucuları
arasında kadınların çok olmasının nedenini de açıklıyor.
Gotik edebiyatın vatanı olarak Kuzey Avrupa görülüyor ama ücra ve rüzgârlı
tepelerde inşa edilmiş şatoları hayalet söylenceleri karanlık ve kasvetli
atmosferiyle İngiltere’nin ve İskoçya’nın bu türdeki yeri ayrı. Yazarlar
Kuzey Avrupalı olunca gizem de Avrupanın güneyine iniyor Gotik romansların mekânı
çoğunlukla Akdeniz ülkeleri… Türün en çok referans verilen ürünü
Frankenstein’ın İngiliz Shelley’lerin İtalya’daki evlerinde Lord
Byron’ın da hazır bulunduğu gece sohbetleri sırasında doğmuş olmasınaysa
diyecek bir şey yok!
Gotik her zaman yerleşik düzene ve ahlâk kurallarına karşı çıkmaktan aşırıya varmaktan abartmaktan kısaca “ileri gitmek”ten
yana olmuş. 18. yüzyılın sonlarında yayınlanan The Monk’un (Keşiş)
yarattığı skandal bu ileri gidişin kanıtı. Keşiş - bir romans başlığıyla
yayımlanan kitapta cemaati tarafından abartıya
varan bir hayranlıkla neredeyse bir tanrı gibi
sevilen ve saygı duyulan bir keşişin kapıldığı hırs ve şehvetle yapıp
ettikleri özellikle
eleştirmenleri hezeyana sürüklemişti. 7 Haziran 1796 tarihli The British
Critic’de şöyle deniyor: “Şehvet cinayet ensest ve insan doğasını
lekeleyen her tür vahşet mazeret üretmeye olanak bırakmadan bir araya
getirilmiş. Özür niyetine genel ve çok pratik bir ahlâk anlayışı var:
Büyü ve sihirle uğraşmaya gerek yok şeytan eninde sonunda sizi
ele geçirecek! Parlak yeteneklerin bu tür felaketler üretmekte
kullanıldığını görmek bizi üzüyor.”
Gerçi bütün Gotik eserler bu tür eleştirilerle karşılanmadı azınlıkta olsalar da
Gotiğin altın çağının yazarları Ann Radcliffe ve Horace Walpole’ün
eserleri hem eleştirmenlerin hem de okuyucuların zevkine hitap ediyordu.
Özellikle Radcliffe’in eserleri hem çok okundu hem de bolca taklit
edildi Radcliffe ise çok okunan
bir yazar olarak kalemiyle para kazanma ayrıcalığına sahip olmuştu.
Elbette bunda yazarın Gotik unsurları sosyal düzeni güçlendirmeye uygun
dozda kullanması hikâyelerinin temelde
‘erdem ve sadakati güçlendirme’ amaçlı dersler mahiyetinde romantik
metinler olması önemli bir etken.
Gotik etkiler bu türe doğrudan
dahil edilmeyen Uğultulu Tepeler ya da Jane Eyre gibi romantik dönem
eserlerinde de boy gösteriyor. Medeniyetten uzak eski malikaneler çeşitli egzotik ülkelerden
gelme eşyalarla dolu yüksek tavanlı loş salonlar gizli geçitlerle dolu uzun
koridorların romantik Gotik tarzından kasvetli gri şatoların örümcek ağlarıyla kaplı
soğuk mahzenlerin iğrenç sürüngenlerle dolu
yeraltı geçitlerinin korku Gotiğine uzanan çeşitlilikte mekânlar Gotiğin
vazgeçilmez unsurları. Bu heybetli ama karanlık büyük ama gizemli terkedilmiş görünen ama
doğaüstü varlıklarla dolu yapılar içlerinde yaşayanların iç
dünyalarını yansıtıyor ve davranışlarını belirliyor. Uğultulu Tepeler’in
Heathcliff’i romanın kadın kahramanı için bir arzu nesnesiyse de bize anlatılan özellikleri
canavarımsı vahşi bir hayvanı
andıran kaba saba birini getirir
gözler önüne tıpkı kayalıkların
üstünde tek başına rüzgârlara karşı dikilen malikanesi gibi… Bu mekânlar
içlerindeki ahlâk dışı garip ve olağanüstü olaylar
devam ettiği sürece ayaktadırlar çoğu zaman. Gülün Adı’nda ya da Jane
Eyre’da olduğu gibi gizem çözülüp düzen yeniden sağlanırken yakılıp
yıkılıp giderler. Bu noktada Gotik anlatıların çift taraflı olduğu
görülebilir: Toplumsal düzene dinî inanışlara ya da
adetlere karşı aykırı acayip ve tutarsız olaylar
dizisi çoğunlukla kahramanların doğru yola dönmeleri ile son bulur.
Böylece otorite yeniden sağlanmış toplum düzeni de korunmuş
olur. Ama anlatı her çeşit aşırılığı ve canavarlığı hoş gören bir yoldan
gelerek varmıştır bu sonuca.
Canavarlar ve şeytanî güçlerin zamanla şekil değiştirmesine de
şaşırmamak gerek 18 yy.’ın hayaletleri lanetleri ve şatoları endüstri devrimiyle
birlikte 19 yy.’da laboratuvarlarda yaratılan insanlara bilimin karanlık ürünlerine
ve bilimadamlarına dönüştü. Tutuculuk bu sefer bilime ve teknolojiye
karşı direnmeye başlamıştı. Dr. Jekyll ve Mr Hyde geliştirdiği ilacı kendi
üzerinde denediğinde saygın kişiliğinden sıyrılıp bir suçluya dönüşen
Dr. Jekyll ve ikinci kişiliği Mr. Hyde’ın öyküsü. Bastırılmış vahşet ve
cinsellik dürtüleri ortaya çıkan doktor bunlarla başetmekte
zorlanır ve doğanın ilahî dengesini bozduğu için de ölümle
cezalandırılır. Bir başka çılgın bilimadamı öyküsü tıpkı Dr. Frankenstein gibi
canavarı kendi laboratuvarında yaratan ve Tanrı tarafından
cezalandırılan haddini bilmez bir bilimadamı…
19 yy.’ın meşhur detektifi Sherlock Holmes’un maceralarında da Gotik
birçok öğe olduğunu düşünmüyor musunuz? Öncelikle mantıkla çözülemez
göründüğü için gizemli güçlere atfedilen cinayet ve suçlar Holmes’ün keskin zekası ve
garip öngörüsü ile egzotik Doğu kaynaklı bir zehire dilsiz bir köleye ya da
Afrika kökenli bir büyüye bağlanır. Ama Holmes’ün neredeyse hastalıklı
mantığı cinayetlerin uyandırdığı korku ve dehşet hissini yok etmeye
yetmez. A. C. Doyle mantığın yılmaz savunucusu kahramanını en doğaüstü
görünümlü maceralara atarken yalnızca bilimin
yanılmazlığını mı kanıtlamaya çalışmıştır?
20 yy.’da ise korkutucu gelen artık doğaüstü güçler değil teknolojinin insanın
ruh-beden bütünlüğü üzerindeki etkisi. Teknoloji sağladığı düzen denetim ve otoriteyle esas
tehdit kaynağı halini almış durumda. Artık öbür dünyadan gelen ne idüğü
belirsiz yaratıklardan değil kendi elimizle yarattığımız
ve beslediğimiz dünya düzeninin baskısından her an her yerde
izlenmekten korkuyoruz.
Kafka Değişim’i yazarken bireyin sosyal düzen karşısında gerileyip
çatlamasını Dava’da yasa ve
devlet düzeninin insanı nasıl doğaüstü bir güç gibi kıskıvrak
yakaladığını tam bir Gotik
anlayış taşıyan Şato’daysa otorite figürünün çözümsüz bilinmezliğini ele
alıyordu. Kafka’nın eserlerindeki korku ve dehşetin türün belirleyicilerinden
Edgar Alan Poe’nun canavar gorilinden ya da ölümcül sarkacından daha az
etkili olduğunu kim söyleyebilir?
Tüm bunlara bakıp artık Gotik anlatılar kalmadığını düşünüyorsanız çok
da haksız sayılmazsınız. Her zaman popüler kültürden beslenen Gotik terketmek üzere olduğumuz
yüzyılda sinema ile yeni bir aktarım kanalı edindi ve Gotik romanlar
sinemanın ilk günlerinden bu yana hep ilgi gördü. Ama Boris Karloff’un
30′larda canlandırdığı canavarı ile 90′larda Robert de Niro tarafından
ete kemiğe büründürülen arasında ciddi farklar olduğu da bir gerçek.
İkincisi bir bakışta daha ürkütücü görünse de birincinin soğuk mesafeli ve tamamen yabancı
haline sahip değil. Fazla insanî fazla dünyevî. Değişen
sadece Mary Shelley’in canavarı değil Bram Stoker’ın Kont
Dracula’sı da bu değişimden payını alıyor. Tıpkı Coppola’nın filmindeki
aşkı için her şeyi göze alan tutkulu Dracula gibi. Aşırılıkları düzen dışılıkları ve
gariplikleri törpülenmiş neredeyse bu dünyaya ait
olmak için uğraşan yaratıklara dönüşmüş durumdalar. Onlardan korkmuyor acıyoruz. Onlara gülmüyor bakıyor ve anlayış
gösteriyoruz. Ne kadar romana sadık kalındığı iddia edilse de bu uyarlamaların orijinal
dehşet duygusunu daha insani duygularla değiştirdiği açık.
Korkuya ya da romansa fazla kaymadan ürperti ve tutkuyu
kararında tutarak herkese uygun hale gelen sinemasal Gotik tarzın bir
başka örneği ise Gotik yönetmen sıfatını hiç
şüphesiz hakeden Tim Burton tarafından çekilen Edward Scissorhands
(Makas Eller). Çılgın bir bilimadamı tarafından yaratılan Edward son
derece naif karakteriyle Dr. Frankenstein’ın hedeflediği adam! Ama
yaratıcısı onu tamamlayamadan ölünce koca şatoda (başka nerde
olabilirdi?) tek başına kalıyor bir gün satıcı bir kadın
tarafından bulunana kadar. Ama ellerinin yerinde makaslar olan Edward ne
kadar insancıl olsa da (hem âşık olup hem de herkes tarafından
sevilen biri haline gelmeyi başarıyor) yine de Frankenstein’ın canavarı
gibi ebedî yalnızlığa mahkumdur.
Gotik anlatıda aşırılıkla birlikte ortaya çıkan gülme tepkisinin komedi
filmlerinde kullanılması da evcilleşen Gotik için bir örnek. Bu tür
filmlerde Gotik romanları
okurken hissedilen garip korku hissine eşlik eden biraz sinirli bir
gülme yerine düpedüz neşe var. Gotik canavarlar cadılar ve yaratıklarla
dalga geçilen Addams Ailesi bu anlayışın en popüler örneği.
Neyse ki Gotik anlayışı taşıyan ve başarıyla sürdüren başka bir tür var:
bilimkurgu. Gotiğin geçmişe referans vererek yaptığını bilimkurgu
geleceği göstererek yapıyor. “Şimdi” hakkında başka bir zamandan
bahsetmenin rahatlığıyla fikir yürütmek zamanı zemini belirsiz bir
çağda özgürce hayal kurabilmek bilimkurguyu bugünün zincirlerden
kurtarıyor. Tıpkı mantığı ortadan kaldırarak Gotik anlatıyı mümkün kılan denetlenemeyen doğaüstü
güçler gibi…
Karanlık bir gelecek düşlemek geçmişin canavarlarını
makinelere hayaletlerini
holografik görüntülere çılgın bilim adamlarını
yeni çılgın bilim adamlarına dönüştürüyor. Türün öne çıkan örneklerinden
Neuromancer’ın bilgisayarlara bağımlı insanları uyuşturucu ve vahşet içinde
yaşayan toplulukları ile nöral ağlar Gotik edebiyatın dinden
çıkmış doğaüstü güçlerin etkisine
girmiş kahramanları ve bir şatonun gizli geçitlerinin aldığı yeni
biçimler.
19 yy.’da Doğu Batının korku ve
arzularını yansıttığı bilinmez bir diyarken 20 yy. sonlarında yerini
başka gezegenlere ve kıyamet sonrası Kaotik Dünya’sına bırakmış durumda.
Gotik edebiyatın doğudan gelen kötücül karakterlerinin ve
yaratıklarının yerini dünya dışı varlıklar ya da
makineler aldı.
Philip K. Dick’in kaleminden çıkan Do Androids Dream Of Electric
Sheep’den uyarlanan bilimkurgu sinemasının başyapıtlarından Bıçak Sırtı
(Blade Runner) sürekli karanlık ve yağmurlu atmosferi Frankenstein’da olduğu gibi
kendilerini yaratanla yüzleşmek için geri dönen androidleriyle özünde
fena halde Gotik.
Makineler tarafından iradesi elinden alınmış insan ırkının karanlık
geleceğini öngören ve kurtuluşun “inanç” beslemekte olduğunu söyleyen
tipik bir Gotik anlatı örneği de çok yakın tarihli Matrix filmi.
Yine de Gotik edebiyatın tamamen terkedildiğini söylemek doğru olmaz fantastik edebiyat diye
adlandırılan türde eser veren yazarların çoğu Gotik edebiyatın
unsurlarını kullanıyor. Tolkien’ın Yüzüklerin Efendisi’nde düşlediği
dünya teknoloji karşıtı ve
geçmişe dönük. Çok satarların en çok satanı Stephen King’in Medyum’u
(The Shining) ıssız bir otelde bir süre önce işlenen korkunç
cinayetlerin bekçi olarak kalan
ailenin babasını nasıl çıldırttığı üzerine tam bir korku abidesi.
Eco’nun Gülün Adı’sıysa doğrudan Ortaçağa dönüyor ve bir manastırda
işlenen gizemli cinayetleri Holmesvari bir din adamına çözdürüyor.
Doğrudan Gotik olarak adlandırılan hikayeler yazan H. P. Lovecraft’ı da
unutmamak gerek. Türkçede sadece Mitos tarafından basılan Gotik Öyküler
isimli tek bir seçkiyle okunabilen Lovecraft türün kararlı
takipçilerinin baştacı. Lovecraft’ın hikâyeleri ürkünç ve dehşet verici
kaynağı bilinmez güçleri insanın doğa karşısındaki
çaresizliği gibi karanlık konuları işliyor.
Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi’nden Iris Murdoch’un Tek Boynuzlu
At ve Melekler Zamanı’na Goethe’nin Faust’una kadar
sınırları genişletilebilen romansdan korkuya
çeşitlemeleri bulunan Gotik anlatının temel formülü 1797 tarihinde yazarı
bilinmeyen şu sözlerin kaleme alındığı günlerden bu yana yine de pek
değişmedi:
“Yarısı harabe haline gelmiş eski bir şato al
Bazıları gizli bir sürü kapısı olan
uzun bir koridor.
Üç tane yeni ceset.
Sandık ve mengenelerde bir sürü iskelet…
Hepsini karıştır bir kaplıcada yatağa
gitmeden önce üç cilt olarak alınacak şekilde.”
_NeRiSSa_- •Demir Baş •
- Mesaj Sayısı : 733
Rep Sayısı : 3623
Kayıt tarihi : 24/05/10
Yaş : 27
Similar topics
» Gothic Çantalar , Gothic Çanta Modelleri
» Gothic Nedir,Gothic Ne demek,Gotik nedir
» Gothic Nedir,Gothic Ne demek,Gotik nedir
» Gothic Bi Kaç T-sihirt.
» Gothic Kıyafetleri..!
» Gothic Nedir,Gothic Ne demek,Gotik nedir
» Gothic Nedir,Gothic Ne demek,Gotik nedir
» Gothic Bi Kaç T-sihirt.
» Gothic Kıyafetleri..!
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz